Linkinpark konserine gidilebilecek tek ülkenin konser zamanı, bütünlemelerime denk gelmesi üzerine;

Koskoca bir mazi...

Shadow of the day eşliğinde videoya çekildiğim 2007 senesi, şarkının ilk çıkış tarihi ve benim 1 saat içinde dandik müzik çalarıma ses kaydını alıp ezberlediğim o nadide şarkı.

Bir çok insan tarafından dalga konusu olmasına karşı, ergenliğimin "Top noktası" olan linkinpark'lı e-mail alma maceram Chester Bennington ve LP için açtığım web sitesi ile devam etmişti.

Oysa ki bu yaz arkadaşımın yanına Almanya'ya gitmeyi düşünürken konserin bu kadar erken olması sorunsalı ile karşılaşmam. Şimdi Münih Teknik Üniversitesine geçiş yapmadığım için ağlayabilirim.

Öhöm neyse; gel gelelim Linkinpark'ın yeni albümünün de artık tam bir pop çakması olması hayal kırıklığı, fanlarını derinden üzmüş olmalı. In The End, Crawling ve Breaking The Habbits gibi şaheserler ortaya koyan bu adamların, günümüz şartlarınca popüler kültürün tuzağına düşmesi keskin bir bıçak sapladı hayallerimize.

Ben ki 11 yaşında insanların önünde utana kızara, hayranlığım uğruna ince cik cik sesimle Shadow of the day söylemeyi görev edinen insan. Ömrümü Linkinpark'ı yeniden Türkiye'de göremeden tamamlayacağım korkusuyla yüzleşiyorum.

Bari bir iyilik yapın ve İrlanda'ya gidin, ben de kuzenimi görmeye gidiyorum hesabına konserinize aylar öncesinden bilet almış olayım. Ve yalvarıyorum, en kıyak albümlerinizi repertuvarınıza koyun !

Wuthering Heights esintisi ile Emily Bronte anarak ortaya çıkan kısa bir tıngırtı..

Tanrım yine bir kavga ve yine tatsız bir sessizlik. Sanki sesini yükseltince istediklerini yapacağımı sanıyor. Ne kadar da safça! Birde düzelmeyeceğini bile bile hastalıklı yaşantısını düzeltmeye çalışması…  Olmuyor ve bu iyice kendine olan güvenini kaybetmesine neden olur. 

Joseph, tatlı Joseph! Neden bunu kendine yapıyor, bir türlü anlamıyorum. Omzumdaki bütün sorumluluklar yetmezmiş gibi bir de onun kendi ruhunu param parça etmesi…

Gün geçtikçe kavgalarımız şiddetleniyor ve Joseph’ın hiç de yardımı olmuyor. Hastalığının ilerlediğini bilmek ne kadar ağır geliyor. Hele onu kaybetme düşüncesi… 

Keşke onun eski sağlıklı, mutlu günlerine geri dönebilsek. Ama gerçekleşmeyecek hayaller kurmak zaman kaybından başka bir şey değil.
İçeriden sesler geliyor:

-“HAYIR!”

 Galiba yine acılar içinde ve eti derisinden ayrılırcasına bağırıyor. Acılarının dinmesine yardım edememek beni kahrediyor.

-“Joseph! Joseph, şşşt tamam geçti. Ben artık yanındayım.”

-“HAYIR! Geçmiyor. Şu lanet ağrılar geçmiyor  Anna. Tanrım neden ben? Neden?”

-“Lütfen Joseph lütfen kendine acıma. Lütfen”

Orada birbirimize sarılı ne kadar kaldık hiç bilmiyorum. Sanki öyle ağlamak ikimize de o an iyi geldi. Ama kim bilir belki de bir veda kadar yakındı bedenlerimiz?

Joseph, gençken ne kadar da utangaçtı. İlk çiçek verdiğinde sanki düşüp bayılacaktı. Aslında bu çok hoşuma giderdi. Eski duygular artık çok uzak. 

Keşke… 

Artık keşkeleri düşünmeyeceğim. Bu acıdan başka bir şey vermiyor çünkü. Joseph ölüyor tek gerçek bu. Diğerleri yanında sönük bir hayal sadece.
Kapı çalıyor.Galiba gelen Joseph’ın doktoru. Zavallı Joseph uyuya kalmış. 

Ama neden Joseph bu kadar soğuk? Neden hareket etmiyor?  Yoksa… Hayır bu çok saçma. Daha dün gece kavga ediyorduk. Şimdi olmaz. Tanrım olmaz, lütfen olmaz.


-“JOSEPH!”


Boynumdaki kolye, kulağımdaki küpeler anahtarlığımda ki maymun ve kitaplığımdaki Sait Faik. O gün hepsini bir çantaya koyup bir köşeye atmıştım...

Unutmuşum.

Buldum, içimde bir alev parladı gözlerime düştü acısı. Kalbimi yaralamıştı yeniden.

Her yerde biten sigaramı aradım, kutuda kalan 1 yıllık tütündü sardım. Eskisi gibi camdan uzattım kafamı, bir duman; iki duman. O da bitti...

Hayatın bana sunduğu tüm sorular klasikti, aldım elime kalemi teker teker çözdüm. F=m.a gibi de değildi, satırlarca yazdım. 21 senenin formülünü çıkardım en baştan. Sağlamasını yaptım, basamaklar da çokça hata vardı.

Bisiklet aldım, çocuklar gibi heyecanla gelmesini bekledim. O da gelmedi...

Kocaman bir yıl atlattım, geriye dönüp bakamadım. Ne Amerika'ya ne de Almanya'ya gidemedim. Görmemek güzeldi, ancak görememek dayanılmaz olurdu.

Çantayı yeniden bir kenara attım, Şefika sahiplendi. Sarılıp uyuduk...
Bugün çocukluğumla sohbet ediyorum. Kafam daha önce hiç olmadığı kadar güzel olsun diye yalvarışlar içindeyim. Tüm hayatımı bir anda unutuvermek istiyorum. Beni sevmemesine değil; beni asla sevmeyecek kalplerin arasına attığı için kızıyorum öncelikle ruhuma.

Tırnakları etlerine çekilmiş ellerin acımasızlığı...

Üşüyorum, hala üşüyorum.

Uzaktayız ve ben korkuyorum.

Bedenimi bırakıp, özgürce uçmak istiyorum. Milyonlarca yıl dolanmak dünyayı. Sevenleri kavuşturabilmek mesela...

Acı çekenlere yardım eli uzatabilmek. Yeniden kimseyi böylesine sevmemek istiyorum.

Kalbim özlüyor, zihnim yaratıyor ve ben kaçıyorum. Yeniden doğsam, onu bir daha tanımamak istiyorum. Baharı içime çekerken, sürüklenmek.

Çok çok uzaklarda doğmak istiyorum yeniden. Gideceğim yere bir adım, doğdum yere bin adım.

Küsuratları bozdurmak istiyorum, kalanı dağıtmak. Başka insanların yalanlarına inanıyor gibi yapmadan.


Bu sabah patlak bir dudakla uyandım, rüyamda yediğim yumruğun etkisi yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı.

Yaklaşık 1 yıldır her sabah uyandığımda, televizyonu açmadan ve kahvemi yudumlarken kendi sessizliğimi dinliyorum. Evde yalnız olmayı seviyorum, düşüncelerimle baş başa kalmayı. Kimseyi memnun etmek zorunda değilim bir kere, ne yaşıyorsam kendi içimde yaşıyorum işte. Telefonu bir kenara koyuyorum sessizde o da. Yoksa her çalışında açsam sadece kendimden kaçacağımı biliyorum. Ancak bu sabah annemin ısrarlı arayışına cevap vererek, atamadığım tüm gözyaşlarını uzaklaştırdım gözlerimden.

"Biliyorum zor olduğunu. Seni en çokta ben anlıyorum."

"Kendi kendime baş ediyorum, en zor anımda bile ama en güzel umudumu kaybettim."

"Mutluluktan ağlarken beni aradığın zamanları daha çok özledim. Sen bu değilsin."

 Dün Zeki Demirkubuz'un bir yazısını okudum;

"Ben acıyla ilk defa o gün, orada tanıştım. Hayatımın hiç bir döneminde; o okulun bahçesindeki kadar derinden bir acı çektiğimi hatırlamıyorum."
"Acı çekmek ya da acı çekme arzusu taşımak kişilikle ilgilidir. Bir insan dünyanın en trajik şeylerini yaşar, ama tıpkı bir hayvan gibi hiç umursamaz, hiç acı çekmeyebilir. Başka biri kötü hiçbir şey yaşamamıştır, ama çok acı çekebilir... Bu bir kaderdir.; yani insanın elinde olan, yaşadıklarıyla ya da yaşamadıklarıyla oluşan bir durum değildir. Bir anlamda Tanrı vergisidir. "

Ne kadar da güzel özetlemiş hayatın gerçek yüzünü. Sonra Dostoyevski sözlüğünden insana bakarız;
"Evet, derin, gereğinden çok derin bir yaratıktır insan, ben olsam bu kadar derin yaratmazdım onu"
Ve de Veda;
"Seninle iyiden iyi tanışmak, kendimi sana tanıtmak istiyorum. Sonra da vedalaşmak... Bence insanların birbirlerini tanımaları için en iyi zaman, ayrılmalarına yakın zamandır." 
der Karamazov Kardeşler'i yazarken.

Ne acıdır evdeki, çevredeki her güzelliğin sana sevdiğin insanı hatırlatması. Birde insanlara kızmaya başlarsın...

"Başını omzuna güvenle yaslayabileceğin bir insan olduğuna şükretmek yerine bahaneler üretiyorsunuz"

Uzakta ama ortak rutinleri sürsün diye, zamanında limonlu çaya başlamıştı küçük kız, onsuz aldığı her yudum kalbine saplanıyordu sanki ve bundan da vazgeçmişti artık...

Elbet bunun içinde bir ilaç geliştirirler yakında, ya da anneniz her şeyi üstüne alır ve tüm belgelerinizi toplayarak sizden habersiz, hayatınızı bambaşka bir şehre taşır ondan uzak kalın diye, sanki yeterince uzak kalmamışız dercesine...


Hadi kabul edelim birbirimize aşık değiliz, olmamız da imkansız.

Hadi kabul edelim başka kızlarla konuşuyorsun, evine alıyorsun ve her şeyin farkında olduğum halde güzel sözlerine karşılık veriyorum.

Peki, küçük dürüstlüklerinin altında yatan kocaman yalanlar ?

"Çok güzelsin!" bir iltifat değil bunu anlamıyorsun...

Şişmiş bir özgüvenin arkasına saklanmış korkak bir çocuk. Artık gözlerim fazlasıyla berrak görüyor ve bu bana tam 1 yıla mal oldu.

Ben umursamıyorum... Mesela yazmıyorum, arıyorsun. Arıyorsun ve sözlerine inandığımı düşünüyorsun. Belki de doğru ?

Tamam ben de başkalarıyla konuşuyorum. Birbirimiz için fark yaratırken, çevremiz için aynılaşıyoruz.

Özel bir şey var, kabul ediyorum ama ben senin kahramanın olmayı kabul etmiyorum !