Gözlerinden akan yaşlar şiir oldu bu gece.
İçimde sakladığım her şeyi;
Kendi yaratmış gibi dizdi önüme. 
Önce ruhu kamçıladı anılar,
Acı bir tınısı vardı.
Hafif gri...

İstemeden vurdu küreği toprağa.
İstemeden savurdu geçmişi dört bir yana.
Şişman kedi ile yaralı kuş;
Şarkı gibiydi yaraları.
Ve bakışları ile sardılar hepsini.

Tek yöndü ilerledikleri yol,
Ne bir çıkış ne de bir dönüş...
Mutluluklarını seyretti sadece.
Baştan aşağı ürperdi.
Sevemiyordu kimseyi,
Kimselere de izin vermiyordu yüreği.

Damlalar kurudu;
Boğazında...
Ölümdü bu gece.
Ya ölüm ya ölüm.
Semeri koptu atın bir kere. 

Zaten kahveyi de yarısı sıcak;
Yarısı soğuk su ile severdi.
Biraz süt ve tek bir şeker.
Unutulanlardan değildi o renk. 

Bu gece de en az,
Diğer geceler kadar unutulmaz...
Olmamalıydı. 

Katlanması güç çığlığı,
Tek bir nefeste içti.
Seneler dümenini kırmamıştı.
Ve biz değişmiştik.
Çoğul değildi kelimeler,
En azından ben susturmuştum.

Yalnızlıktan korkan,
Ben değildim...
Ölü Ozanlardı.

Kapıdan çıkanın ardından ağlayamamak mesela. Zorlarsın kendini ve yere çöküp hıçkıra hıçkıra içini dökmek istersin. Yanlışları kendinde ararsın çoğu zaman. Zaten istediğin bellidir, ya da belli etmek istediğin...

Sonra sevmek istersin yeniden, doya doya sevmek birini. Artık içini hüzün kaplamıyordur ama yine de belli edemezsin.

"Senelerim harap olmuş birilerinin ardından" diye diye uzaklaşırsın yeni umutlardan.

Ağlamak istersin, ağlamak tüm geçmişi silercesine. Sonra bir karar verirsin kendince; "Dumanı tütmeyecek evin bacasını harlama" dersin. Sevmek istedikçe gömülürsün puantiyeli masa örtüsünün dikişlerine. Zaman yavaş akar, sen güzel geçtiğini hayal edersen.

Yine ağlamak gelir, yaptığın yanlışların karşısında kadeh kaldırırken. "Anı yaşadım ve mutluydum" dersen düğüm olur kelimeler dudaklarında.

Kelimeleri dökersin bir insan için kalemin ucundan ve o bilmez bilemez. O olduğunu zannedenler de yanılır zaten. İstediğin olmaz, istemediğin kapındadır. Bilmem ki kaç kadeh boşaldı, kaçı zihnimi boyadı. Kaçı benliğimi aldı ve kaçı lanetler okudu.

Zil çaldı, gelen kim? Gecenin bir yarısı kim dayanır ki kapıya?

Uyandım bu bir anı belki de rüya, ne gelen vardı ne de gelmek isteyen. Yine sözcükler dilimde asılı kaldı. Sevilen yok seven yok. Sustum, sustukça dilim damağım kurudu. Kendimle savaştım yoruldum, yoruldukça da sustum.

Yanağına iki buse kondurdum, korkudan dudağım uçukladı. Baktı dudaklarıma, iki parmağı ile dokundu usulca. İyi geceler, evet iyi geceler dedim ruhuma.
"Sevdiğini söyleyemeden vazgeçmekte ayrılığın başka bir parçasıydı ve onların sevdikleri varken size öyle birisi olmadığını söylerlerdi." 



                                        "Why Do Fools Fall In Love"


Her kuş zamanı geldiğinde uçması gerektiğini bilir. Küçük bir kanat çırpışı, dünyanın sonsuzluklarını tatmak için gereken büyük bir cesarettir. Bir çırpınış, onlara ya pes etmemeyi ya da düştükleri yerde ölümü beklemeyi öğretecektir. Biz insanlarda ise böylesine cesaret gerektiren olaylar karşısında çoğu kez bir kurtuluş hayali vardır. Peki, bu kurtuluşu sağlayacak olan şey nedir? Kendi içimizde, derinlerimizde bulduğumuz bir güç mü? Yoksa zavallı bedenimize uzanmasını düşlediğimiz bir el mi? Bunun cevabını kim verebilir ki. Hayatta tek yaptığımız, cevaplamaya bile cesaretimiz olmadan tonlarca soru sormak.

Aslında tam da bu kısım, hayatı güzelliklerinden çok zorlukları ve zalimlikleriyle görmekten gelir. Zaten kim dünyanın en mutlu insanıyım diyebilmiş ki? Nitekim en mutlu insan benim diyenler bile, içinde bulunduğu yaşın ve yaşanmışlıklarının peşinden sürüklediği binlerce çöp taşır. Peki, hepsi bir yana sevdiğiniz insanın gözünde bir ilah haline geldiğiniz o anda; size kalan tek şey sizin için biriktirdiği çöplerinden arta kalan yalnız bir ruhtan başka bir şey değildir.

"Ah siz, zavallı siz! Değer verdiklerinizin duygu ve düşüncelerini, kendinizi hiçe sayarcasına önemseyen siz."

Hayattan soğuyup, uzaklaşacağınızı hissettiğiniz o geçmiş anlar yeniden kapınızda. Üstelik kilidi kıran kişiler; anahtarı sonsuz bir derinliğe fırlatmış gibi.

Yalnızlık ve bitkinlik, biraz güvensizlik hatta herkese bir paranoya ile yaklaşmak.

Ne yapacaksınız? Geri dönüp baktığınızda bir sürü hata ve pişmanlık. Böyle ilerlemeye devam edecek misiniz? Yoksa hepsine bir son verip bu sıkıntılı ruh çatlatan depremlere elveda mı diyeceksiniz?

 Kimsenin size "üzülmeyin geçecek!" demesine aldırış etmeyin. Bir gün elbette olup bitenlere aldırış etmeyeceğiz. Çünkü ya yeni insanlar o gücü bize geri verecekler ya da alışmışlığın getirdiği acıya umursamazlık etmeyi öğreneceğiz. O günler gelene kadar alınacak en güzel tavsiye, sıcak bir duştan sonra her şeyi geride bırakacağınız derin ve mutlu anıların olduğu bir uykuya dalmak.



Mutluluğun derimin altında gezindiğini hissedebileceğim ana dek yürüdüm bugün. Kara bulutların ardından yüzünü göstermeye başlamıştı güneş. Mutlu olmanın anlamsızlığını  her adımım ile gerçek kılıyordum. Neden bu his vardı? Cevabını bildiğim soruyu içimden sadece tekrar ediyordum.

Sabahın sekizinde başlamıştım hayallerimi zihnimde dans ettirmeye, yaklaşık beş saat sürmüştü. Pencereden biri dikse gözlerini deli zannederdi. "Niye dans ediyordu bu kız?"

Sonra bir an geldi ki tüm enerjimi tükettiğini hissetmeye başladım. Bunlar sadece benim ruhuma tuttuğum zihin oyunlarıydı. Hiç bir gerçeklik payı yoktu.

Yastıklar dolusu koltuğa bıraktım kendimi. Kanımda dolaşan serotonin, kahve ile ayakta durmaya çalışan yorgun savaşçı ile baş edememişti. Beş saatlik mutluluğum saniyeler içinde umutsuzluk ile hırpalanmıştı. Saatlerdir yemek yemediğimi fark etmeme neden olacak kadar mutsuzdum şimdi. Kaçmalıydım, üstümü değiştirip sokağa atmalıydım kendimi.

Yürümeye başladığım anda mutluluk yeniden bedenimi sarmaya başlamıştı. Bu kez kendini kontrol edebiliyordu. Delirmişcesine oradan oraya saldırmıyordu hayallerim. Küçük bir tebessüm yerleşti dudağımın kenarına. Sokaklar sessizdi, güneşli bir gün için fazlasıyla sessizdi. Devam edeceğini düşündüğüm huzur ve mutluluk hissi dönüş yolunda yavaş yavaş yok olmaya başladı. Doğru kanalda hissedebileceğim kadar yaşamıştım ve fazlası beni büyük bir hüzne iteceğinden zihnim durmasını emretmişti.

Beş saatlik hayalimden bir türlü vazgeçememiştim ama bir şekilde sınırlamıştım. Önce sakinleştim, sonra dağılan parçalarımı topladım yeniden birleştirebilmek için.

Olmayacak şeylere bağlanmayı ne kadar da severdi ruhum. Ancak unuttuğu bir şey vardı. Eskisi kadar kolay sürüklenmiyordum nehrin akıntısında. Yine içime kendime döndüm, ne hissettiysem ve ne hissedeceksem asla ihanet etmeyecek olan kişiye.

Garip bir hüzün var bu gece içimde. Yaşamak istediklerimi ötelediğimden midir? Yoksa içime kapanmaya korkmaya başlamamdan mıdır? Bir türlü çözemiyorum. Ruhumun mutluluklar ve tebessümlerden beslendiği zamanları özlüyorum, özlediğim kadar da istemiyorum. Geçen senenin soğuk acılı duvarlarına çarpmak istiyorum. Sorumluluklarımı yeniden bir kenara itmek. Yaşamıyormuşum da aslında yaşamışım gibi göstermek istiyorum.

Kimseye güvenmemeyi ve kırıklarımı toplarken, kesilen bileklerimin acısını da özlüyorum. Olmayacak şeylere bağlanmadan ilerlemek yeniden. Garip bir hüzün var mutluluklardan doğan yalnızlıklardan pay alan. Karanlıktan uzanan ellerin toprağa çekişi nefesimi.

Anlatıyorum ama anlayan yokmuş gibi. Eski mutlulukları da özlemiyorum, yeni umutlar yaratacak zamanım var biliyorum. Ne özlenmek ne de özlemek hepsi uzakta kalmalıymış hissiyatı kamçılıyor dizlerimi. "Sen kimsin?" diyor bedenim ruhuma. "Ben yokluğun yarattığı acının bir haykırışıyım" diyor.

Gecelerde yaşamak, gündüzleri sepete atıp uykularda kaybolmak. Kendinden vazgeçmek bir şekilde. Nedensizce vedalar etmek. Nedensiz dedim ya devamını getirmemek bu yazının bile.

Yıkılışım sadece; Dikemediğim bayraklarıma. İnandıramadığım hayallerime. Yok olan hislerime.

Sendeleyip durduğum hayatta elimden tutup kaldıranın yine kendim oluşuna ve yalandan gelen vedalara.

...

Yüzleşmek adı altında yazdığım "Çırpınışlara Bir Son" adlı yazım "Sis Dergisinde" online olarak yayınlandı. Yazar sayfama beklerim :)


Bugün belki de yıllarca çalışsam yine de ulaşamayacağım doktorluk hayalimi 5 buçuk 6 saat civarında yaşadım. Her şey göründüğü kadar kolay değildi aslında. İstanbul'un görünmeyen yüzü gözler önüne dökülmüştü bir anda. Bir sürü insan tanıdım ve yine kollarım hepsini sarmaya yetmedi. Başımda kocaman bir ağırlık olarak kaldı bu hüzün.

İlk durağım, daha önce hiç yapmadığım şekilde, saatlerimi yolda harcayarak buz dağının görünmeyen kısmına doğru bir yolculuk yaptım. İndiğim yer İstanbul'un bir köyünden ziyade daha çok doğuda derme çatma evlerin bulunduğu sırtlarında çocuklarla kadınların dolaştığı, ellerinde tespihler daha 18 yaşında bile diyemeyeceğim oğlanların ağalık tasladığı bir yerdi. Güzel doğası olan köyleri, yoksulluk adına bırakıp sefaletle hayata tutunmaya çalışan insanlarla doluydu. Gözlerimde binlerce öfke onları bu hale düşüren cahillikti. Cahillik mutluluk getirirdi derken, binlerce hüznü saklamaya da yetmediğini bir kez daha gördüm.

Küçük bir oda içerisinde 10 tane odanın bulunduğu küçük hastaneye varmıştım bile. İçeri girdim ve uykusuz gözlerle yaralarına çare arayan insanların uykulu gözleriyle karşılaştım. 16 numaralı odada beni bekleyen koca yürekli aile dostumuzun yanına gittim. Montumu astım ve masaya oturdum. Sabahın kör karalığından beri bekleyen hastalar olmasına rağmen sistem günün aydınlanmasıyla çalışma başlamıştı. Hastalar sıraları olduğunu unutup, birbiri ile yarışırcasına çat diye odalara girerek doktorlara "Hocam lütfen bana zaman ayırın" diye yalvarıyorlardı. Üzgündüm çünkü hepsine aynı anda yetecek kapasite maalesef sağlanamamış hem çalışanlar hem de hastalar duygularını kaybetmiş, robotlar gibi kavga edip ağza alınmayacak kelimeler sarf etmeye başlamışlardı bile.

Kapı yarım aralandığı anda yaşlı karı koca karanlıktan aydınlığa doğru yanımıza ilerledi. Kadının çok ağrısı vardı belliydi ancak kocası ağzını açmasına müsade etmiyor, kolundan sürükleyip duruyordu. Öfkeyle dolmuş olmama rağmen sessizce izlemeye devam ettim. Röntgenleri ana sayfaya düşen kadının zamanında çenesinin kırılmış olduğunu fark edince şüpheyle neler olduğunu sorduk. Yine gereksiz kocası kadıncağızın konuşmasına müsade etmeden lafa dalıp, trafik kazası geçirdiğini anlattı. Ardından bana dönüp "Yaşlandı, yaşlandı üzülme hoca hanım" dedi. Söyleyecek çok sözüm olmasına rağmen, ağzımı bıçak açmıyordu ve donuk gözlerle kadını izliyordum. Bu derin öfke dalgasını atlattıktan sonra aşağı kata röntgen odasına doğru yol almaya başladım. Küçük bir kız daha 10 yaşında olacak ki, bir elinde 3 buçuk aylık erkek kardeşi diğer yanında 3 ya da 4 yaşlarında ki kız kardeşini hastanenin boğucu havasında sakinleştirmeye çalışıyordu. Büyük ve sonsuz bir saygıyla yanına gidip yanağını sıktım. Çocukluğunu yaşayamadan büyümüş olan neslin temsiliydi sanki.

Öğle arası çoktan gelmiş ama doktorlar odalarından anca çıkıyor, hepsi arka kapıdan hastalara gözükmeden yemek yiyip bir sigara içebilmek için kaçıyorlardı adeta. Hastane yine de boşalmamıştı, yeni kayıtlar, yeni hayatlar filizlenmeye devam etti sıralarda. Bir kaç kişiyle daha konuştum, sakinleştirdim iyi olmaları için elimden geleni yaptım. Maalesef ki gerçek bir doktor değildim ve onları iyileştiremiyordum. Buna dayanamayıp gitmek istediğimi söyledim, zaten saat neredeyse 4 olmuştu bile.

Öfke ile karışık hüzünle kendimi yola attım. Ellerinde, çöp kenarlarından topladıkları ekmekleri poşetlere koyan çocukları gördükçe kendime de kızdım defalarca. İnsanları böylesine acılar çekmeye iten sisteme ve dünyaya karşıydım bir kere. Beton yığınlarının altında ezilen hayatlar gözler önündeydi ve çoğu aslında 18 yaşına geldiğinde ölüydü sadece gömülebilmek için bedenlerinin çürüyeceği yaşı bekliyorlardı. Buna bir çözüm bulamıyordum, kalbimde bu güzel insanların yaralı hayatlarıyla yaşamak büyük bir ağırlık vermeye başlamıştı bile.

Tek istediğimizdir ki insanlardan, güçleri yettiği kadar gördüğü ve ihtiyacı olan herkese bir yardım eli uzatması. Biliyorum bir anda bir kaç kişi toplanıp tüm dünyayı yaşanır hale getiremeyecek. Bu asla olmayacak. Ancak çoğunun saflığının altındaki güzellik konuştukça kendinizi de anlamanıza yardım edecek. Hiç bir çocuk züppe ve kendini bilmez insanların geri de bıraktıklarıyla hayata tutunmamalı.

İşte bu yüzden derim ki ben bu dünyaya ayak uyduramıyorum, kalıplarına sığamıyorum ve kendime bu dünyayı sevdiremiyorum.
İnsanlar çok kötü ve insanlar çok güzel.
"Kinyas ve Kayra" kitabıyla tanıştıktan sonra zihnimin en derinlerine kazınan yazar. İlginçtir ki çok sevdiğim romanların son 10-20 sayfasını bir süre asla okumam. Kendimce alternatif sonlar yaratır, karakterleri okurken canlandırdığım sürecin küçük sancılarını sindiririm. Kinyas ve Kayra kitabında da aynı süreci yaşarken 2003 yılında çıkartmış olduğu kitabı "Piç" bir anda ellerimin arasına düştü.

Duvarlarımı sayfalarının süslendiği "Kinyas ve Kayra" kitabında hayatın olağan düzeninden kaçmaya çalışan karakterleri, bizlere derin ve bir o kadar da akıcı bir dil ile aktaran Hakan Beye sonsuz teşekkürler.

Büyük bir merak ile "Hayatıma asla girmek istemeyen aşkın, bir piç tarafından ziyan edilmemesi dileğiyle" okumaya başladığım kitap 2 gün içerisinde damarlarıma nüfuz etmeye başlamıştı bile. İlk defa hoşuma gittiği halde sonunu beklediğim bir kitap ile karşılaşmıştım. Herhangi bir son bulamıyordum. Nitekim tahminlerimin de çok dışında bitti. Bambaşka bir dünya hayal ederken sıradan bir kaçış bekliyordu hikayeyi.

"İnsanlık, kendini öldüren ilk insan tarafından ihanete uğramıştır.Ancak sadece zamanın lehine işleyen zamanla zekasının katili ve kurbanı olan insan, intihar etmeyi utanç verici bulmuştur." cümlesi ile başlıyordu hikaye.

Dört yakın piçin sınırlamaktan kaçtıkları hayatlarının sonunu yazan bir yapıt oluyor. Barbaros, Afgan, Cenk ve Hakan...

"Piçler, aşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünürler. Oysa hiç bir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir." diyor.

Kinyas ve Kayra'da olduğu gibi bir Hakan karakteri daha gözler önüne sürülüyor. Kendi kurtuluşunu kendinden uzak yazıyor.

Ne yaptığını ve ne yazdığının bilincinde olan bir yazar. İçimizde sakladığımız kişilikleri ve öğrenmekten çekindiğimiz kültürleri hiç çekinmeden kaleme alıyor.

Bir sonraki hedefimi "Zargana" adlı kitabına çeviriyor ve nedensizce özdeşleştirdiğim şarkıyı paylaşıyorum.




Günün aydınlattığı sabaha uyandığımda, yine ruhumu aydınlatamadığımı fark ederek çekildim güneşin yakıcı huzurundan. Bedenim en kaliteli uykuyla beslenerek uyanmıştı renkli sabaha ve ben ruhumun arayışı içinde yeniden uzandım yatağa. Gözlerimi kapattığımda gördüğüm yüzler her zamankinden farklı değildi. Beyaz bulutların ardına gizlenen mavilikler gibiydi sahip olduğum huzur.

Artık önceliklerim daha doğrusu öncelik olarak gördüğüm korkularım yer değiştiriyordu. Geçmişte kalan suretler değildi beni hayal kurmaktan alıkoyan. Bir bütün gün, bir bütün yirmi dört saat yetmiyordu ve ben kendi hayatıma sığamıyordum. Önce defterlerimin altında ezilen hesap makinemi kurtardım düzensizlikten. Saymaya başladım;

- Okunacak çok fazla kitap, araştırılacak çok fazla hayat vardı listelerimi dizdim önüme. Her gün 2 saatimi "en az verebileceğim süreydi" vermeliydim.

- Nefes alıyorduk en nihayetinde arada durup düşünmeye 1 saat ayırmalıydım. Kendimle ettiğim sohbetleri hayatta hiç bir şeye değişmezdim.

- Okul, iş ve diğer bir çok şey günümün neredeyse tamamını kaplıyordu. En az 5 saat.

- Uyku ile aram da düzelmeye başlamıştı, ayrılmaz parçam yeniden yakama yapışmıştı 7 saatimi geçiriyordum eski dostumla.

15 saat şimdiden rezerve olmuştu.

- Her gün yazı yazmak içinse en az 1-2 saat ayırıyordum kendime.

Kocaman bir korku kapladı içimi. Hayatın anlamını kovaladığım yaşam süresinin 22 yılını kocaman bir boşluk ile geçirmiş gibiydim. Önümde bir 22 sene daha olduğunu düşündüm, günleri saatlere böldüm ve kendimle çarptım. Hesap makinem bir an hata verdi. Elim ayağıma dolandı, o anda saate baktım güneş tepeyi zorluyor batmak için inat ediyordu.

Ne ben zamanı durdurabiliyordum, ne de hayatın kolundan tutup sürüklenebiliyordum.

Her hafta sonu yaptığım gibi yine söz verdim kendime. Yoluna koyacaktım akıp giden hayatımı. Belki akrep ile yelkovana söz geçiremezdim ancak harekete geçebilirdim. "Dur önce bir çay demlemeliyim kendime" dedim. Buharı tüten bardağın boşluğu yaktı dudaklarımı.

Açtım kitabın 248. sayfasını. Bitirdiğim her kitap için düzen dileyecektim evrenden. Son sayfaya geldim kapattım sakince, kıvrılmış sayfaları. "Erken kalkan yol alır, hadi dostum uğra bana ve geceyi sabah edelim" dedim.

Eski dostum bana "İki kitap birden okuyorsun, başlamışken devamını getir ki zaman da akmaya devam etsin" dedi. İkinci kitabın son sayfasına geldiğimde çok geç kalmıştım. "Şimdi bunları yarın düşüneceğim" dedim gözlerim kapanmaya başlarken.
"seviyorum susmanı, yokluk gibidir çünkü.

öyle uzak, acılı, ölüp gitmiş gibi sen.
yeter o zaman bir söz, bir gülümseyiş bile,
sevinirim, başka şey yok öyle sevindiren"
Kalbimin kırılması gerekiyorduysa, en nihai sözlerinle ve terk edişleriyle kırılmalıydı zaten. Bilinç altında ve aslında gerçekte olan yok sayılmaktır.

                                                                ---

Hikayede hep iki karakter vardı; şişko kedi ve uçamayan kuş.

Kedinin gözünde kuş, yere göğe sığmazdı hiç bir zaman. Patilerinin arasına konsa uçup uzaklara gitmesinden çok korkardı.Ve zaten kuşlar uçtuklarında bir daha geri dönmezlerdi.

Kedi aynı zamanda cüssesine göre gösterdiği güç kadar da zavallıydı. Aylarca, gecelerce, yeniden bir şansı bile hak etmediği halde; kuşun geri dönmesini bekledi. Küçücük yaşamında, yıllar sonra ikinci kez bu kadar yaralanmış hissediyordu. Oysa patilerinin arasında sadece sarılabilmek için çabalarken, fazlasıyla incitmişti kuşu.

Bütün bir yaz boyunca ormanda bir yandan kuşu gözlerken diğer yandan hatalarını düşündü. Kediler zaten şapşal değil miydi ve hata yapmaz mıydı ?

Bu kadar derin bir varlık tarafından ilk defa seviliyordu. Ama artık sevildiğinden daha çok sevdiğini anlıyordu. Bundan sonra hiç bir canlı onu sevmemeliymiş gibi hissediyordu. Çünkü sonsuza kadar kuşu beklemeye razıydı gönlü. Sadece bir zaman sonra kuşu, yanında başka bir kuşla görmek, çok yaralardı kediyi.

Ağaçların da "kuş şimdi senden uzakta çok daha mutlu, kediciğim. Ve kediciğim unutma, sen zavallı hayatında yeterince mutlu oldun. Kanatlarını senden uzağa çırpmak isteyen kuşu şimdi rahat bırak." diye fısıldadığı gibi.

Ama kalbine ok gibi saplanıyordu bu sözler kedinin. Gidemiyordu işte ve orman bunu anlayamıyordu. Ağaçların yanından geçerken, gözlerini, kulaklarını tıkayarak hızla koşuyordu.

İnanmak istemiyordu o kaçtıkça bu cümlelerden kalbi, ona başkalarını da sevmeyi öğütlüyordu.