Ağır karanlığın kokusu sinmiş gecelerden birinde zamanın aktığını hissedemiyordum. Duvarda asılı kalmış bir tıkırtı, bir sağa bir sola çarparken ben hayatımı güneşten saklanan gökyüzünün en uç noktasında seyrediyordum.

Çaresizliğimin getirdiği hüznü, emeğimin karşılıksız kalışı zihnimi tonlarca basınç ile ezmeye devam ediyordu. Masaya yığılmış kalmış olan bedenim, ruhumdan bir haber doğrulmaya başlamıştı. Bu bir pes ediş değil, baş kaldırıydı dost sandığımız düzenin haksızlıklarına.

Tütünlerimin durduğu çekmeceyi açtım önce, sarabildiğim en kalın sigarayı sardım. Geçenlerde Kadıköy sokaklarında yürürken, yerde bulduğum sarı çakmağı çıkardım montumun cebinden. Yaktım ucu düşen kağıdı tek hamlede. Yıllardır özlemini çektiğim adamın kokusunu içine çeker gibi çektim tüm zehri içime, nitekim sahici bir zehirdi bu.

Boğaza uzanan evlerin ardından kalmış penceremin camını araladım ve çıkıntısına sığdırdım tüm bedenimi. Gözlerimi kapadım, zaten yapayalnızdım bu şehirde daha fazla karanlık neden?

Çıkıntıya zar zor sığan bedenim kendini ileri attı bir seferde, kanatlarım açıldı sırtımdan ve saçlarım dalgalanmaya başladı İstanbul'un silueti karşısında. Her şeyin başlangıcıydı bu, heyecandan göğsüm sıkışmaya başlamıştı. Gerçek olamayacak kadar güzel bir hisse kapılmış giderken, tüm hüzünlerim boş sayfalarca hecelere bölündü yüreğimde. Akıp gidiyordu işte bedenimden.

Güneşin doğuşuna kadar süzüldüm sokaklarda. En tepeye çıktığım o an güneş, sahte yüzünü kızarta kızarta çıkarmaya başlamıştı. Son bir kez daha nefret ettiğim her şeyden ve herkesten, artık geri dönmenin tam sırasıydı. Özgürdüm son 6 saattir, esarete dönmek azap ediyordu zihnime. Dönmek zorundaydım işte kimse bilemezdi bu sırrımı. Gizlediğim en derin hislerim gibi bu sırda ilelebet benimle kalmalıydı.

Rüzgar ile penceresinden tüllerin uçuştuğu eve yöneldi kanatlarım. Sırt üstü düştüm 40 yıllık parkenin üzerine. Yatakta sırt üstü, boylu boyunca uzanmış kıvır kıvır kızıl saçları yerleri süpüren kıza baktım. Kapanmış gözlerinden akan yaşları sildim. Karşısında ters duran koltuğa bıraktım bedenimi kalan son nefesimle ve kendimi izledim.

Alarmın beni öfkeyle uyandırmasına "Zaman hayallerimizde yakamızı bırak bari" diyerek kalktım yataktan.

Oysa zaman ilerlerken sesini duymadığımızı zannetse bile tıngırtısına uyandığımız her günün bir borcu vardı nihayetinde...
Bir şeyler var biliyorum, yeni dünya düzeninden uzakta kalmış birileri mesela?

Birileri dedim de "her zaman bir sıkıntı, dert" oluyorlar içimize

Thomas More Ütopya''da der ki "Sürekli acı çekmek zorunda olacağımız bilsem kendimi yaşamdan kurtarırdım."

Oysa hayatlarımız "Borderline" olmuş şeklinde devam ediyor. Ne acı devamlılığını sürdürüyor ne de mutluluk. Bazen ise hiç bir his kalmıyor insanın içinde, gökyüzü küsüyor yağmurlara ve bulutlardan uzaklaşarak karanlığa teslim ediyor kendini.

Delirmek istiyorsun, hayatı unutmak yeniden başlayabilmek için oysa ki peşini bırakmayan tonlarca şey var. Katıksızca güçlenmek istiyor bedenler, geceleri karanlıkta görebilmek kaybolanları ve gündüzleri aydınlanan yer yüzünün kirinden arınmak.

Aşkı anımsatan ve çağıran hiç bir kelime fısıldanmıyor kulağa. Bu hayata düşmeyi biz seçmiyoruz bir takım olaylarca itiliyoruz sadece.

Hoşlandığını bile söyleyemiyorsun ki gideceğini bildiğinden. Oysa ne zaman "Seni seviyorum" dese "Ben de..." diyerek, yalana ortak olmayı tercih ediyoruz.

Üzerinde yaşamadığımız dünyanın yerinde, yaşıyormuş gibi yürümeye devam ediyoruz. Toprağın her bütünü içine çekmesi kadar biz de çekiliyoruz yalanlara.

Sevdiklerimizi, bizi büyüten insanları kaybediyoruz gözümüzün önünde. Yola devam etmek zorunda kaldığımızdan devam ediyoruz. Biz gibi onlar da birer araç olmaya devam ediyor ve yeni araçlar için yok oluyorlar. Büyümek için zaman yetmiyor bazen kaçmayı seçiyor zihinler.