Ağır karanlığın kokusu sinmiş gecelerden birinde zamanın aktığını hissedemiyordum. Duvarda asılı kalmış bir tıkırtı, bir sağa bir sola çarparken ben hayatımı güneşten saklanan gökyüzünün en uç noktasında seyrediyordum.

Çaresizliğimin getirdiği hüznü, emeğimin karşılıksız kalışı zihnimi tonlarca basınç ile ezmeye devam ediyordu. Masaya yığılmış kalmış olan bedenim, ruhumdan bir haber doğrulmaya başlamıştı. Bu bir pes ediş değil, baş kaldırıydı dost sandığımız düzenin haksızlıklarına.

Tütünlerimin durduğu çekmeceyi açtım önce, sarabildiğim en kalın sigarayı sardım. Geçenlerde Kadıköy sokaklarında yürürken, yerde bulduğum sarı çakmağı çıkardım montumun cebinden. Yaktım ucu düşen kağıdı tek hamlede. Yıllardır özlemini çektiğim adamın kokusunu içine çeker gibi çektim tüm zehri içime, nitekim sahici bir zehirdi bu.

Boğaza uzanan evlerin ardından kalmış penceremin camını araladım ve çıkıntısına sığdırdım tüm bedenimi. Gözlerimi kapadım, zaten yapayalnızdım bu şehirde daha fazla karanlık neden?

Çıkıntıya zar zor sığan bedenim kendini ileri attı bir seferde, kanatlarım açıldı sırtımdan ve saçlarım dalgalanmaya başladı İstanbul'un silueti karşısında. Her şeyin başlangıcıydı bu, heyecandan göğsüm sıkışmaya başlamıştı. Gerçek olamayacak kadar güzel bir hisse kapılmış giderken, tüm hüzünlerim boş sayfalarca hecelere bölündü yüreğimde. Akıp gidiyordu işte bedenimden.

Güneşin doğuşuna kadar süzüldüm sokaklarda. En tepeye çıktığım o an güneş, sahte yüzünü kızarta kızarta çıkarmaya başlamıştı. Son bir kez daha nefret ettiğim her şeyden ve herkesten, artık geri dönmenin tam sırasıydı. Özgürdüm son 6 saattir, esarete dönmek azap ediyordu zihnime. Dönmek zorundaydım işte kimse bilemezdi bu sırrımı. Gizlediğim en derin hislerim gibi bu sırda ilelebet benimle kalmalıydı.

Rüzgar ile penceresinden tüllerin uçuştuğu eve yöneldi kanatlarım. Sırt üstü düştüm 40 yıllık parkenin üzerine. Yatakta sırt üstü, boylu boyunca uzanmış kıvır kıvır kızıl saçları yerleri süpüren kıza baktım. Kapanmış gözlerinden akan yaşları sildim. Karşısında ters duran koltuğa bıraktım bedenimi kalan son nefesimle ve kendimi izledim.

Alarmın beni öfkeyle uyandırmasına "Zaman hayallerimizde yakamızı bırak bari" diyerek kalktım yataktan.

Oysa zaman ilerlerken sesini duymadığımızı zannetse bile tıngırtısına uyandığımız her günün bir borcu vardı nihayetinde...
Bir şeyler var biliyorum, yeni dünya düzeninden uzakta kalmış birileri mesela?

Birileri dedim de "her zaman bir sıkıntı, dert" oluyorlar içimize

Thomas More Ütopya''da der ki "Sürekli acı çekmek zorunda olacağımız bilsem kendimi yaşamdan kurtarırdım."

Oysa hayatlarımız "Borderline" olmuş şeklinde devam ediyor. Ne acı devamlılığını sürdürüyor ne de mutluluk. Bazen ise hiç bir his kalmıyor insanın içinde, gökyüzü küsüyor yağmurlara ve bulutlardan uzaklaşarak karanlığa teslim ediyor kendini.

Delirmek istiyorsun, hayatı unutmak yeniden başlayabilmek için oysa ki peşini bırakmayan tonlarca şey var. Katıksızca güçlenmek istiyor bedenler, geceleri karanlıkta görebilmek kaybolanları ve gündüzleri aydınlanan yer yüzünün kirinden arınmak.

Aşkı anımsatan ve çağıran hiç bir kelime fısıldanmıyor kulağa. Bu hayata düşmeyi biz seçmiyoruz bir takım olaylarca itiliyoruz sadece.

Hoşlandığını bile söyleyemiyorsun ki gideceğini bildiğinden. Oysa ne zaman "Seni seviyorum" dese "Ben de..." diyerek, yalana ortak olmayı tercih ediyoruz.

Üzerinde yaşamadığımız dünyanın yerinde, yaşıyormuş gibi yürümeye devam ediyoruz. Toprağın her bütünü içine çekmesi kadar biz de çekiliyoruz yalanlara.

Sevdiklerimizi, bizi büyüten insanları kaybediyoruz gözümüzün önünde. Yola devam etmek zorunda kaldığımızdan devam ediyoruz. Biz gibi onlar da birer araç olmaya devam ediyor ve yeni araçlar için yok oluyorlar. Büyümek için zaman yetmiyor bazen kaçmayı seçiyor zihinler.
Bazen ağlayasım gelir mahvolan 2 seneme. Gidenlerin ardından değil artık. Kendim için doldururum kadehleri benim için, için derim. Tüm sıkıntılar gömülür, toprağı kurumuş çiçeklerin dibinde.

Bazen gülesim gelir yaptığım her deliliğe. Yapılanlara değil artık. Kabul ediyorum seyrek sancıların olduğu gecelerde melankoliye bağlamayı. Kötü alışkanlıklardan uzak durmayı başarabiliyorum. Alkol ve sigara hariç (!)

Yağmur yağarken, camın ucuna oturmuş ruhumla serinliği içime çekerken izliyorum geçmişi, geleceği hatta çoğu zaman şimdiyi. Çoğu dolunaylarda kendi kendime konuşuyorum. Anlatasım gelmiyor, gülüp geçiyorum.

Doğum günümde yine sarhoş olamamış bir şekilde, parmağımı adamın burnunun ucuna uzatarak "Hepimiz terk edildiğimiz için mi buradayız?" diye sorduğumu hatırlıyorum. "Terk edildiğimiz için değil, kendimizden şüphe ettirildiğimiz için." dediğini duyuyorum. Şimdi sarıl.

İki haftadır kesinleşecek yalnızlığıma hazırlıyorum kendimi. İlk defa ev çok fazla dağılmadı sanırım alışıyorum.




Güzel adamın kalbinden, araba ile kaçar gibi vazgeçmiş. Çarpık kentin gürültüsünde yerlere serilmiş hayalleri. Korkulardan saklanırken, dudaklarında bulmuş kendini. Biraz alkol, biraz kafası güzel "Atilla ilhan verirken ilham."

İsmine şiirler dökülmüş ay yüzlü kızın. Hepsinden kaçmış, karanlığa düşmüş ardından. Yanarken kalpleri, sen sön demiş üstadı kalemin.

Dumanlar sararken, ruhunun en aydınlık parçasını. Şarkılar, şişeler açtırmış, ateşler içinde parlayan gecede. Derin duygularına özlem duyarken, arkasını dönmüş serin serin akan boğaza. Sevmek için değil, sevişmek için açmış bedenini gözlerini kaparken.

Asla bakamazmış gözlerine, o gecelerde kapanırmış telefon. İçmeden karartamazmış ruhunu, vazgeçemezmiş benliğinden. Zaten geçmeli mi diye kararsızlıklar içinde girermiş yatağa. Başka kollarda hep aynı türküyü tuttururmuş rüyaları. Bu kez "beni" demiş, "beni yerlerde göklerde ararlarken..." nerede bulacağını bilemezmiş. Yağmurlu gökyüzüne dargınmış bir kere. Neden bir kere bir sıfırdan başka yön bulamazmış.

Eski günlüğüne dalmış için için. "Bitsin istiyorum ama sevgimden terk edemiyorum" karalıymış sayfalarca. Nereden bilebilirmiş sonunda zaten gideceğini, sadece giden taraf o olmak istememiş.

Napalım şimdi varsın diye yaşamayalım lan ha !

Yeniden hissedebilmek için hayatı, daha iyi bir gelen yerlere ihtiyacım var. İnsanlara değil, olaylara değil...
En temizinden herkesten uzak bembeyaz yollara.
Çiçek kokuları ve yeşillerle bezeli topraktan patikalara.
Biliyor musunuz? Aylardır dinliyorum hepinizi, susuyorum. Benim de canım yanıyor hala hatta çoğu zaman. Sadece dizginlemeyi öğrendim mutsuzlukları, çaresiz insanların yaptığı acizlikleri görmezden gelmeyi. Karanlık ve soğuk gecelerde yalnız olmayı. Kendimi dinlemeyi, sevemesem de cümlelerimle kavga etmeyi. Kimselere göstermesem de ağlayarak, canım yana yana mutluluk dilemeyi.

Yeniden hissedebilmek için hayatı, daha iyi bir gelen yerlere ihtiyacım var. İnsanlara değil, olaylara değil...
Kadehleri acıyan kalbime değil, hayata kaldırmayı öğrendim. Kalemin ucundan akan mürekkep, kirletmez sayfayı öfkemi uyandırır sadece. Öğrenemediğim tek şeyi. Kontrol edememek öfkeyi.

Her solukta kalmayı seçmek, devam etmek. Yarım bıraktığım her günün acısını rüyalarımda yaşamak. Ne bir sevgi bu, ne de öfke...

Şans vermekten korktuğum her anım için içiyorum.
O akşam sırf makarna yapabilmek için, büyük bir sorumluluk alarak soğuk ve yağmurlu gökyüzünün çekim kuvvetine kapıldım. Yürüyeceğim yol sadece 5 dakikamı alabilirdi benden, bense 1 saatimi verdim uğruna. Sorsalar "neden?" diye. Kağıda dökemediğim hikayelerimi zihnimle münakaşa ettirmem gerekiyor, cevabını verirdim.

Sonra bir bakış tüm acıların toplamı kadar, ne fazla ne de eksik. Bir kutunun içine koysalar gözlerimi, bir ömür yetecek kadar çok hikaye anlatır bu sonbaharda. Ortaya çıkan film senaryosu ise şahane olur, oyunculuklar sıradan ama görüntüleri de bir o kadar destan yaşatırdı.

Su gibi akıp gitti zaman, elimi rafın en arkasına doğru uzattım. Yine ölüm takıldı düşüncelerime, bir kaç saniye de boş market raflarının önünde kaybettim. Aslında çok gizli bir formülüm vardı hayatımdan çalınan zamanı yerine koymak adına. Dünya denilen küre dönmeye devam ettikçe ve çocukların gülüşleri kuşak gibi sararken dört bir yanını, gitmekle kalmak arasında dans eden ruhlar. Hepsini kara tahtada sağlama işlemine soksak formülün izleri ancak çıkardı ortaya.




Size uzaydan, insanlıktan çok uzakta bir yerlerden sesleniyorum. Bu kez gelişi güzel bir sunum var karşınızda. 6-7 aydır uzak durduğum bay joebrown ile bir moda gecesinde buzları erittik. Yanan ciğerler değil şenlenen mideler oldu. Bu sırada 4 kafadar, kalbin sırrını çözdük. Unutmaz geçmiş anıları ama acısı azalırmış, bazı fısıltılar öyle olduğunu söyledi rüzgar yardımıyla.

Hayat, kendi başına kaldığın zaman seni daha güçlü yaparmış. Kimseye ihtiyaç duymamak, kendi ayakların üzerinde dim dik durmak. Farklı hayatlar keşfetmek. Bazı geceler sokakta sabahlamak, cebinde kalan son 5 lira ile saatlerce eve yürümek. Zorlukla atlattığın dönemleri, nasihat edercesine olgunlaşarak anlatabilmek. Ölümün kolaylığından nefret edip yaşamanın zorluklarına inanmak. Daha başaramasam da her şeyden önce kendini sevmek.

Neyse;

Artık yazı yazamıyorum, kimselere ne bir sevgi ne de öfke besleyemediğim bir dönemdeyim. Biraz tükenmişlik, biraz kendine odaklanma.

Elimde biram, ağzımda sigaram mı olmalı? Şu aralar kafam uzay, yeni tanıştığım kim varsa önce dinler sonra anlatırım. Biralar biter, sanki bir kaç saat önce konuşmamışcasına ayrılırız.

Sonuç olarak,

Beklenen bir sürü yazı ve ben yazamıyorum. Yine her zamanki gibi kadıköy'e çıkıcam. Yolda iki adımda bir durdurulup "Dorock'a geliyor musun, akşam arka odadayız, sahilde takılalım mı ya, kanka evde bişileeer var." ile karşılaşıcaz. Sahilde biraz takıldıktan sonra, bir biraya kaçıcaz.  Sokaklarda koşucaz, sigarayı bile yakacak ateşi yakamazken dans etmeye başlıcaz. Sabaha karşı herkesin uykusu gelicek, azar işitmeye eve gidicem. Koyucam kafayı ve uyuyacağım

Günaydın ve şimdiden iyi geceler efendim.
Bazıları sevemiyordu işte. Sizin de kafanız değişmişti zaten, sevilmek sevmek değildi olay. Belki öptüm, belki o an sevdim ve kendimden bahsettim ne fark eder. Attığım mesajları ciddiye almadın dimi ?

Ellerimde bugün senden kalan kokuyla dolaşıyorum. İstemiyorum, ama kokunu tenimde saklıyorum, bir başkasından kalan.

Korkma adam, ben korkmuyorum. Biz, hepimiz birbirimizi aynı zihinde ayrı bedenlerle aldatıyoruz.

"Güvenilirlik ile sadakati karıştırıyor kadınlar. Ben sadık değilim." diyor.

Biz sevmek istemiyoruz, çünkü sabahın bir saati birlikte güzel vakit geçiriyoruz ertesi gün başkasını hayatımıza alıyoruz.

Üzülmeyi de unuttuk mesela, acı çekmeyi geride bıraktık. Arada can sıkıntısı o da olsun o kadar diyoruz. Sevdiklerimizin yüzüne gerçekleri yapıştırıyoruz. Dostluklarımızı koruyoruz. Doğruyu yaparken incitmekten çekinmiyoruz. Yaşanması gereken şeyleri anın getirileri ile yaşıyoruz. Keşke ile başlayan hiç bir cümlemiz kalmıyor geride. Çünkü biz artık insanları sevmiyoruz. Ciddi bir ilişkin olsun diyenleri duymazdan geliyoruz.

Bugün birbirimizi Kadıköy'de seviyoruz, yarın Maçka'da. Hepsi sigaramız bitene kadar. Ruhlarımızı asla birbirine karıştırmıyoruz. Çünkü bizim gibi olanlar incinmiyorlar şuan. Bütün Dünya bizim gibi yaşıyoruz nasılsa, turlarcasına. Biliyorum hepimizin kalbi çocukluğumuzda bir yerde kalmış ancak atmaya devam etmiyor. Ama sus boyuna bakmadan mutsuz oluyorsun.

Unutma biz böyle mutluyuz...
Bugün kısa süreli bir veda vardı bu güzel şehirde.

Kışı özlemle anan kadın atkısını bavulunun bir köşesine sıkıştırıvermişti, yaz sıcağının ortasında. Yola koyuldu ve kocaman bir çınar ağacının altında durdu; sırtında çantası, elinde bavulu güneşin yakıcı sıcaklığını selamladı. Cebinden beyaz bir zarf çıkardı ve bir anda gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Sırtını ağaca vererek yemyeşil çimlerin arasına çöktü. Zarfı, dişleriyle yırtarak içindeki sayfayı çekip aldı. Yazan her kelimeyi ezberlemişti, gözlerini kapatarak satırları sesli bir şekilde yeniden kalbine kazımaya başladı.

"Bu akşam yeniden, yeniden kapatmaya korkuyorum ışığı. Göreceklerimden değil; göremeyeceklerimden korkuyorum sadece. Yine kocaman bir yokluğa sürüklendim, kalkmak için nelerden vazgeçmem, neleri yoluna koymam gerektiğini göremiyorum. İçimden gitmek geliyor, ülkeden mi şehirden mi karar veremiyorum."

Rüzgar saçlarının arasından geçerken gözyaşlarının ıslattığı kağıt ellerinin arasından bir anda uçuvermişti. Dikkati dağılmıştı kadının gözlerini açtı, yeniden ellerinin arasından uçup gidiyordu tüm hayalleri. Çınarın altında kağıdın ardından bakakalmıştı. Derin bir nefes aldı ve gözlerini yeniden kapatarak cümlelerin devamını getirmeye koyuldu.

"Aşk nedir? Bile bile kaybolmak mı gözlerinde, yoksa bir hiçliğe kapılmak mı yokluğunda. Ayrılık da dahil sevdaya derler, aslında ne kadar da doğru değil mi? İki insan birbirini bu kadar severken biri neden kalmak yerine gitmeyi tercih eder ki? Ya hiç sevmemiş ya da hayatına başka biri girmiştir. Diyebilmek ağır gelir. İkimizin de tercihi mi yanlıştı yoksa? Kim bilir."

Sesi hıçkırıklarının arasında boğuklaşmıştı bile. Devam edemeyeceğini düşünürken, son kez yapmayı seçtiği şeyin üzerine gitmeye niyetliydi.

"Gelmediğin her gün ben biraz yaklaşacağım gitmeye. Ayrılık mı lazımdı bize? Senden ayrı kaldığım her saniye daha çok yakıyor canımı. Daha da umutsuzlaşıyor açan güllerim. Ne yapacağımı bilmez bir haldeyim, yine kapandım içime. Ben şimdi ne yapacağım? Kelimeler boğazımda bir düğüm sanki… O kapıdan çıkarken bir daha gelmeyeceğini düşünürken, düşmüştüm merdivenlerden. Ve olan oldu, birinin hayatından geçmiş oldun dönmeksizin. Elveda."

-Ben gidiyorum, bana hayat veren toprak, ağaç ve gökyüzü. Son gündü içimde kalanlar, yıllardır baş ucumda veremeden sakladığım cümleler. Bu solmuş gülü de kabul et benden sana bir armağan, atamadığım bir çok şey gibi... Ruhumda kaybolmadan sana karışsın isterim. dedi ayağa kalkarken.

Elinde tuttuğu solmuş gülü koca çınarın yanına iliştirdi, ruhundaki tüm anılar gibi yaprakları da dökülmüştü hayatının. Bavuluna sarıldı sıkıcı, özlem ile andığı kıştan kalan atkısını sıkıştırdığı yerden çıkardı. Ağacın dallarından bir tanesine uzandı atkıyı sardı ve arkasına bir daha bakmadan tepeden aşağı sürüklenerek saatler içinde aylar sonra yeniden dönmek üzere şehirden ayrıldı.


"Kanka bisikletimi 1 ay sana vereyim steam de senle Cs: go paylaşmama izin verde oynayalım artık..."

Her şeyi bir kenara atıp sabahın ilk ışıklarına kadar oyun başından kalkmadığım zamanlara geldik. Şükürler olsun ki daha DOTA'ya başlamadım. (az kaldı, yalan)

Oyun sektöründe büyük bir kültür şoku yedik, Rainbow Six Siege'den tut Pubg'ye kadar her türlü fps oyunun içine sürüklendim.

"Bir dakika kadınlar genelde sevmez, çok şaşırdım şuan !"

Yeter arkadaşım, biz kızlar da oyun oynuyoruz, hem siz oyunlarda kadın karakterleri alıp terör estirirken bir sıkıntı yok ama oynayan online bir kadın görünce vay anam vay.

Yeni plan yükleniyor...

İyi bir oyun bilgisayarı, mükemmel bir ses sistemi bastır yavrum. Biraz edebiyat biraz oyun, karakalem desen var. Açın yayınları açın, Red Lettuce nick i ile yeni bir dönem başlıyor. Her şeyden biraz öğrenmeli insan, geçen hafta da Hack olaylarına ilgim başlamıştı. Bir de kimya okuyorum, konserden konsere koşmaya başlıyoruz. İşe de girdim atom parçalayacağız, nükleer santralleri istemezken içine düşeceğiz. İş yerine bisikletimi götürüp reaktörler arasında gezip, son durak olarak balıklı havuzda bir sigara yakacağım. Ne de olsa çocukluğumun geçtiği yerde çalışıyorum biraz keyif lazım.

5 tane defter bitirdim, 125 küsur yazı. Bir de okul bitseydi keyfinden yenmezdi ancak az kaldı. Kafamda çok düz bu aralar bir boşluk bulup güzelleştiremiyorum. Kız Celaleddin Rumi diyor, başına Mevlana'yı getiremiyorum. Tiyatrocu ol diyorlar, senaryo yazacağım diyorum.

Gözlem  yapıyorum bolca, çıkıyorum kahve içmeye. İnsanların kahve içerken, sohbet ederken ki el hareketlerinden gözlerini kırpmalarına kadar her şeyi inceliyorum. Kaleme alıyorum ruhları ve yeni yok olmuş dünyalar can buluyor sayfalarda.
"Gördüğüm onun gözleri miydi? Yoksa bir şeytan ile baş başa mı kalmıştım, kendime sormadan edemiyordum. Son nefesimi vermek üzereydim ve ne olursa olsun beni sevmemiş olacağını asla düşünmemiştim. Aşık olduğum o derin, okyanus bakışlı gözlere son bir kez daha baktım. 

Bedenimin zayıflamaya başladığını anlamıştım, ona karşı direnemiyordum. Duvardaki yansımamıza takıldı gözüm, tırnaklarımı kollarına geçirmiştim. Hızlı bir ölüm olması için yalvarıyordum. 

İşte o anda, yıllar sonra gözlerinden akan tek bir damla ile ruhuma karışmayı yeniden başarmıştı.."





Sonunda bir anda karar vererek içine sürüklendiğim kitabın ilk satırlarını, sayfalara kazıdım. Tüm gece, senaryomun iki ana karakterini kaleme alıp canlandırdım. Haftalardır sürdürdüğüm psikolojik analizler ve araştırmalar sonucu işte Mila ve İsimsiz Katilimiz (daha ismine kadar veremedim.) Berbat çizimim sonucu ortaya ancak çıkan canım karakterler...

Canımız yavru kedimiz Mila'dan esinlenmeme neden olan isim annesi Büşra hanıma teşekkür ediyorum..



"utanmayan insan olur mu lan?
altın bir madalyon gibi taşınmalı vicdan
tek kıvılcımdan nasıl yanarsa koca orman
unutmazlar, unutmayız, unutmam"

İnsanlığını kaybetmiş kimselerle dolu etraf, soğuk ve yalnızktan kime sığınacağını bilemeyen kimseler. Aşktan nefret ettiren, gözyaşlarına değmeyen...

 

Oksijenden gelen bir kafa vardı ve ben alkol ile 500 ml'ye tamamladım ruhumu. İnanın dostlar, insanları en iyi tanıdığınız zaman arkadaşlığınızın bitti zamandır. Gözleri önünde ölseniz, kafalarını kaldırıp bir bardak su vermezler, sevmezler bunu. Bu yeniden eskisi gibi olalım değil, bu insanlık hareketi dostum. 






Kendime geldikten sonra yardıma muhtaç olan tatlı kedinin peşinden koştum ben de. Kilometrelerce yürüdüm, önce Avcılar'a gittim Kadıköy'den sonra tekrar Kadıköy'e döndüm. Üzgün olduğum, kırgın olduğum saatleri geride bıraktım. Sahibine ulaştırdığımız kedinin mutluluğu gözlerinden okunuyordu ve ruhumuzu aydınlattı. 









Eve gelince, kucak dolusu sevgiyle Şefika'ya sarıldım. Hayatın en büyük armağınıydı o bana ve ben herkesi sineye çekerdim çekmesine, ancak onsuz kafayı iyice kıracağıma emindim. Gözlerini kırpıştırarak üzerime çıktı, geç kaldığım için kızgın olduğu belliydi. 1 saat birlikte oynadık, havanın sıcak olmasını umursamadan karnıma boylu boyunca uzanıp uyumaya başladı.

Tek sırdaşım, yoldaşım Şeficat. En ilginci de tüm gece başımda nöbet tutar gibi beklemesi oldu. Babam bile şaşırmıştı bu işe... 


Büsbütün kaybettim, bana dokunmayın sakın. Bunların düzenine sokayım...

En parlak yıldızını kaybetmiş bir gökyüzü nasıl ışıldayabilir ki ? Öyledir, öyle ancak kime ne ?

Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne...

Uzun bir aradan sonra güne gözlerimi, rüyalarımdaki seninle açtım. Rüyalarımdaki sen olduğun kadar, şimdiden hiç bir farkın yoktu. Soğuk..

Yardım istedim başta, çok korkuyordum. Başka bir kız yazdı... Çoktandır benden nefret eden biri. Aradın açmadım telefonu, kapanana kadar kendi kendine çaldı son bir kez daha. Arabama atladım, sevdiklerimi zulümden kurtarmak için, önüme atladın. Solundan geçip gittim, durdurmakta değildi amacın. Ölüm bir kez daha kollarını açmıştı önümde. Yıldızlar gökyüzünden, denize doğru düşmeye başlamıştı. Ne farkeder ?

Canım fazlasıyla yandı bir kez daha. Limana çektim arabayı, denize bıraktım ruhumu. Yıldızlar sardı etrafımı, dibe çekilirken ben. Tüm kalbimle andım ismini. Sen her zaman çok iyiydin, bense yanlışlar içinde kalırdım. Önce televizyon izlemekten soğudum, kitaplara gömüldüm. Çayı limonla içmeye başladım. 120 kere yazdım, her gün yazdım. Geriye bıraktığın bana baktım.

Herkesin danıştığı, akılcı bulduğu insan oluvermiştim. Yeni insanlarla konuştum, sonra hepsine birer birer veda ederken tanıdım. Kimseyi sevemedim...
Aradığım cümleleri, kimsede bulamadım.

-Bunu yapıyorum, şunu yapıyorum ya sen?
-Ne diyebilirim ki iş, ev takılıyorum yea...

Ne konuşabilirdim ki dedim, ne paylaşmalıydım. Sonra hepsine karşı bir anda sustum.


"ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum! 

çünkü bu, çünkü bu 
seni seviyorumun içine nal salmak demektir 
inanmazsın bir taşra kurmuşlar 
aynı bize bakıyor 
bir yanım asaf halet söylüyor diğer yanım fabrika 
bir şiiri birkaç kalemle yazmak lazımdı geliyor bana 
bugün bugün yepyeni bir imparatorluk öğreniyorum 
ekmeğin ağırlığında 
yeni bir imparatorluk 
örneğin gül dönüyor bir beygiri tasfiye ediyor şair 
arapça akdeniz diyor ben 
aynadan dönüyorum sana 
aynadan 
benden dönmüyor"

Güzel iltifatlar aldıktan sonra, bir fanzin dergisinden daha red yemiş durumdayım. "Yazmayı asla bırakma ve göndermeye devam et..."

Eylemlerimde ki Oğuz Atay birden ortaya çıkar ve;

-Biliyor musun Olric?
+Neyi efendim ?
-Onunla ne zaman lades oynasak hep o kazanırdı.
+Neden efendim?
-Kalbimdeyken nasıl aklımda derdim.

der..

Yorgunluk ve kırlangıçlar gibi...

"Ne zoruma gidiyor biliyor musun Olric? O'na yazdıklarımı o'dan başka herkes okuyor..."



Sabah uyandığımda her şey için çok. geçti. Kalbimi delen sözcükler zihnimde yinelenip duruyordu. Yataktan kalkmaya zorladım başta kendimi, geceyi sabah yapan ışıklarla inatlaşmaktan yorgun düşmüştü bedenim.

Yenilmiş hissediyordum ve 2 yılın ardından gerçekten büyük bir boşluğun içine sürüklenmiştim. Önce saate ilişti gözüm, 8'i çeyrek geçiyordu. Geçiyordu geçmesine, zaman kuyruğunu kovalamaya devam ediyordu ancak ben hala uyuyor olmayı diliyordum. Çünkü uyursam acımın geçeceğini biliyordum. Belki de rüyalarımda uzun zamandır mutlu olmadığım kadar mutlu olacaktım. Ne yazık ki gözlerim, beynim ve ruhum bunun olmasına asla izin vermiyordu.

Zorla kalktığım yataktan hızla uzaklaşırken evin dağınıklığı içinde kaybolmaya devam ediyordum. Bir an durdum ve gözlerimin en derininden gelen göz yaşlarına hakim olamadığımın farkına vardım. Önce salonda, yastıkların arasında görünmez olmuş koltuğa attım kendimi. Ağlamamak için ruhumla büyük bir kavga içine girmiştim, kendimi kaybettim.

Kimine göre basit bir acıydı bu ancak benim için ilk defa içinden çıkılmaz bir döngü haline dönüşmüştü. Kendimi oradan oraya savuruyor ve sinir krizleri geçirmeye başlıyordum. Aynanın karşısında acıyan gözlerle ruhumu gözlüyordum.

Dakikalar içinde, acımın dayanılmaz sonunu yazmıştım. Kendi kendime konuşuyordum, saatlerce çalan telefona asla bakmıyordum. Herkesten de fazlasıyla uzakta bir şehirde kalıyordum.

Kendimi toparlayabilmek için doğrulduğumda, yüzümün her karesine dağılmış olan saçlarıma toka geçirmeye çalışırken avuçlarımda dayanılmaz bir acı ile ıslaklık fark ettim. Koşarak banyoya gittim yeniden karanlığa teslim olmuş yüzüme bakabilmek için. Alnım kan içinde kalmıştı ama kan baktığım yerden akmıyordu bile. Daha yukarıdaydı saçlarımın arasında, o zamanlar saçlarım kızıl bile değildi. Dakikalar içinde saçlarım kan ile buluşmuş ve neredeyse pıhtılaşmaya başlamıştı bile.

Ellerime yeniden baktım o an için ve oluk oluk akan kanı görünce derin bir nefes alıp yere çöktüm. Bu kanama beni öldüremezdi ancak anlık bir serotonin salgılanması ile dehşet verici derecede rahatladığımı fark ettim. Kafamı bir an sola çevirdim ve patlamış olan duş kabininin parçalarının üstüm dahil her yere sıçramış olduğunu gördüm. Neler olduğunu hatırlamıyordum bile, "bu kadar çıldırmış olamam" diye düşündüm ancak bunu düşünürken kendime bir o kadar da güvenmiyordum.




Aylardır ağlamamıştım, dökememiştim tek bir göz yaşı. Gerçi ne fayda şimdi zorlasam yine iki üç damla ancak akacaktı avuçlarıma...

Dünya'dan nefret edecektim. Senden...

Kocaman bir kalabalığın içinde yine yeniden yapayalnız kalmıştım. Nefret ediyordum yarım kalan her şeyden, gelecek çatlatan puanlardan, senden ve kendimden.

Evvela kendi ruhumun yarısı beni terk etmişti, simsiyah bir beden; sisler ve leş gibi kokan sokaklar sarmıştı dört yanımı. Labirent gibi, yine kayboldum. Bu kayboluşlardan da oldukça nefret ediyordum. Çünkü ne zaman kaybetsem kendimi, sesini duyabilmeyi bekliyorum.

Umutsuzca ama her şeyi aldılar benden 9'dum 1 kaldım. Neşem, içimdeki küçük kız, umutlarım ve hayallerim...

Neyse zaten ben anlatsam da bu hikayeyi durmadan, karşımdakilerin anlamak istediği kadar vardım ve gerisi sadece silik duvarlardı.

Ne zaman mutsuz olsam "Jealous of the birds" dinlerdim. Benden giden kalbi başka ellere bırakmaktan başka şansım yokmuş gibi.

Gidiyorum...


Linkinpark konserine gidilebilecek tek ülkenin konser zamanı, bütünlemelerime denk gelmesi üzerine;

Koskoca bir mazi...

Shadow of the day eşliğinde videoya çekildiğim 2007 senesi, şarkının ilk çıkış tarihi ve benim 1 saat içinde dandik müzik çalarıma ses kaydını alıp ezberlediğim o nadide şarkı.

Bir çok insan tarafından dalga konusu olmasına karşı, ergenliğimin "Top noktası" olan linkinpark'lı e-mail alma maceram Chester Bennington ve LP için açtığım web sitesi ile devam etmişti.

Oysa ki bu yaz arkadaşımın yanına Almanya'ya gitmeyi düşünürken konserin bu kadar erken olması sorunsalı ile karşılaşmam. Şimdi Münih Teknik Üniversitesine geçiş yapmadığım için ağlayabilirim.

Öhöm neyse; gel gelelim Linkinpark'ın yeni albümünün de artık tam bir pop çakması olması hayal kırıklığı, fanlarını derinden üzmüş olmalı. In The End, Crawling ve Breaking The Habbits gibi şaheserler ortaya koyan bu adamların, günümüz şartlarınca popüler kültürün tuzağına düşmesi keskin bir bıçak sapladı hayallerimize.

Ben ki 11 yaşında insanların önünde utana kızara, hayranlığım uğruna ince cik cik sesimle Shadow of the day söylemeyi görev edinen insan. Ömrümü Linkinpark'ı yeniden Türkiye'de göremeden tamamlayacağım korkusuyla yüzleşiyorum.

Bari bir iyilik yapın ve İrlanda'ya gidin, ben de kuzenimi görmeye gidiyorum hesabına konserinize aylar öncesinden bilet almış olayım. Ve yalvarıyorum, en kıyak albümlerinizi repertuvarınıza koyun !

Wuthering Heights esintisi ile Emily Bronte anarak ortaya çıkan kısa bir tıngırtı..

Tanrım yine bir kavga ve yine tatsız bir sessizlik. Sanki sesini yükseltince istediklerini yapacağımı sanıyor. Ne kadar da safça! Birde düzelmeyeceğini bile bile hastalıklı yaşantısını düzeltmeye çalışması…  Olmuyor ve bu iyice kendine olan güvenini kaybetmesine neden olur. 

Joseph, tatlı Joseph! Neden bunu kendine yapıyor, bir türlü anlamıyorum. Omzumdaki bütün sorumluluklar yetmezmiş gibi bir de onun kendi ruhunu param parça etmesi…

Gün geçtikçe kavgalarımız şiddetleniyor ve Joseph’ın hiç de yardımı olmuyor. Hastalığının ilerlediğini bilmek ne kadar ağır geliyor. Hele onu kaybetme düşüncesi… 

Keşke onun eski sağlıklı, mutlu günlerine geri dönebilsek. Ama gerçekleşmeyecek hayaller kurmak zaman kaybından başka bir şey değil.
İçeriden sesler geliyor:

-“HAYIR!”

 Galiba yine acılar içinde ve eti derisinden ayrılırcasına bağırıyor. Acılarının dinmesine yardım edememek beni kahrediyor.

-“Joseph! Joseph, şşşt tamam geçti. Ben artık yanındayım.”

-“HAYIR! Geçmiyor. Şu lanet ağrılar geçmiyor  Anna. Tanrım neden ben? Neden?”

-“Lütfen Joseph lütfen kendine acıma. Lütfen”

Orada birbirimize sarılı ne kadar kaldık hiç bilmiyorum. Sanki öyle ağlamak ikimize de o an iyi geldi. Ama kim bilir belki de bir veda kadar yakındı bedenlerimiz?

Joseph, gençken ne kadar da utangaçtı. İlk çiçek verdiğinde sanki düşüp bayılacaktı. Aslında bu çok hoşuma giderdi. Eski duygular artık çok uzak. 

Keşke… 

Artık keşkeleri düşünmeyeceğim. Bu acıdan başka bir şey vermiyor çünkü. Joseph ölüyor tek gerçek bu. Diğerleri yanında sönük bir hayal sadece.
Kapı çalıyor.Galiba gelen Joseph’ın doktoru. Zavallı Joseph uyuya kalmış. 

Ama neden Joseph bu kadar soğuk? Neden hareket etmiyor?  Yoksa… Hayır bu çok saçma. Daha dün gece kavga ediyorduk. Şimdi olmaz. Tanrım olmaz, lütfen olmaz.


-“JOSEPH!”


Boynumdaki kolye, kulağımdaki küpeler anahtarlığımda ki maymun ve kitaplığımdaki Sait Faik. O gün hepsini bir çantaya koyup bir köşeye atmıştım...

Unutmuşum.

Buldum, içimde bir alev parladı gözlerime düştü acısı. Kalbimi yaralamıştı yeniden.

Her yerde biten sigaramı aradım, kutuda kalan 1 yıllık tütündü sardım. Eskisi gibi camdan uzattım kafamı, bir duman; iki duman. O da bitti...

Hayatın bana sunduğu tüm sorular klasikti, aldım elime kalemi teker teker çözdüm. F=m.a gibi de değildi, satırlarca yazdım. 21 senenin formülünü çıkardım en baştan. Sağlamasını yaptım, basamaklar da çokça hata vardı.

Bisiklet aldım, çocuklar gibi heyecanla gelmesini bekledim. O da gelmedi...

Kocaman bir yıl atlattım, geriye dönüp bakamadım. Ne Amerika'ya ne de Almanya'ya gidemedim. Görmemek güzeldi, ancak görememek dayanılmaz olurdu.

Çantayı yeniden bir kenara attım, Şefika sahiplendi. Sarılıp uyuduk...
Bugün çocukluğumla sohbet ediyorum. Kafam daha önce hiç olmadığı kadar güzel olsun diye yalvarışlar içindeyim. Tüm hayatımı bir anda unutuvermek istiyorum. Beni sevmemesine değil; beni asla sevmeyecek kalplerin arasına attığı için kızıyorum öncelikle ruhuma.

Tırnakları etlerine çekilmiş ellerin acımasızlığı...

Üşüyorum, hala üşüyorum.

Uzaktayız ve ben korkuyorum.

Bedenimi bırakıp, özgürce uçmak istiyorum. Milyonlarca yıl dolanmak dünyayı. Sevenleri kavuşturabilmek mesela...

Acı çekenlere yardım eli uzatabilmek. Yeniden kimseyi böylesine sevmemek istiyorum.

Kalbim özlüyor, zihnim yaratıyor ve ben kaçıyorum. Yeniden doğsam, onu bir daha tanımamak istiyorum. Baharı içime çekerken, sürüklenmek.

Çok çok uzaklarda doğmak istiyorum yeniden. Gideceğim yere bir adım, doğdum yere bin adım.

Küsuratları bozdurmak istiyorum, kalanı dağıtmak. Başka insanların yalanlarına inanıyor gibi yapmadan.


Bu sabah patlak bir dudakla uyandım, rüyamda yediğim yumruğun etkisi yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı.

Yaklaşık 1 yıldır her sabah uyandığımda, televizyonu açmadan ve kahvemi yudumlarken kendi sessizliğimi dinliyorum. Evde yalnız olmayı seviyorum, düşüncelerimle baş başa kalmayı. Kimseyi memnun etmek zorunda değilim bir kere, ne yaşıyorsam kendi içimde yaşıyorum işte. Telefonu bir kenara koyuyorum sessizde o da. Yoksa her çalışında açsam sadece kendimden kaçacağımı biliyorum. Ancak bu sabah annemin ısrarlı arayışına cevap vererek, atamadığım tüm gözyaşlarını uzaklaştırdım gözlerimden.

"Biliyorum zor olduğunu. Seni en çokta ben anlıyorum."

"Kendi kendime baş ediyorum, en zor anımda bile ama en güzel umudumu kaybettim."

"Mutluluktan ağlarken beni aradığın zamanları daha çok özledim. Sen bu değilsin."

 Dün Zeki Demirkubuz'un bir yazısını okudum;

"Ben acıyla ilk defa o gün, orada tanıştım. Hayatımın hiç bir döneminde; o okulun bahçesindeki kadar derinden bir acı çektiğimi hatırlamıyorum."
"Acı çekmek ya da acı çekme arzusu taşımak kişilikle ilgilidir. Bir insan dünyanın en trajik şeylerini yaşar, ama tıpkı bir hayvan gibi hiç umursamaz, hiç acı çekmeyebilir. Başka biri kötü hiçbir şey yaşamamıştır, ama çok acı çekebilir... Bu bir kaderdir.; yani insanın elinde olan, yaşadıklarıyla ya da yaşamadıklarıyla oluşan bir durum değildir. Bir anlamda Tanrı vergisidir. "

Ne kadar da güzel özetlemiş hayatın gerçek yüzünü. Sonra Dostoyevski sözlüğünden insana bakarız;
"Evet, derin, gereğinden çok derin bir yaratıktır insan, ben olsam bu kadar derin yaratmazdım onu"
Ve de Veda;
"Seninle iyiden iyi tanışmak, kendimi sana tanıtmak istiyorum. Sonra da vedalaşmak... Bence insanların birbirlerini tanımaları için en iyi zaman, ayrılmalarına yakın zamandır." 
der Karamazov Kardeşler'i yazarken.

Ne acıdır evdeki, çevredeki her güzelliğin sana sevdiğin insanı hatırlatması. Birde insanlara kızmaya başlarsın...

"Başını omzuna güvenle yaslayabileceğin bir insan olduğuna şükretmek yerine bahaneler üretiyorsunuz"

Uzakta ama ortak rutinleri sürsün diye, zamanında limonlu çaya başlamıştı küçük kız, onsuz aldığı her yudum kalbine saplanıyordu sanki ve bundan da vazgeçmişti artık...

Elbet bunun içinde bir ilaç geliştirirler yakında, ya da anneniz her şeyi üstüne alır ve tüm belgelerinizi toplayarak sizden habersiz, hayatınızı bambaşka bir şehre taşır ondan uzak kalın diye, sanki yeterince uzak kalmamışız dercesine...


Hadi kabul edelim birbirimize aşık değiliz, olmamız da imkansız.

Hadi kabul edelim başka kızlarla konuşuyorsun, evine alıyorsun ve her şeyin farkında olduğum halde güzel sözlerine karşılık veriyorum.

Peki, küçük dürüstlüklerinin altında yatan kocaman yalanlar ?

"Çok güzelsin!" bir iltifat değil bunu anlamıyorsun...

Şişmiş bir özgüvenin arkasına saklanmış korkak bir çocuk. Artık gözlerim fazlasıyla berrak görüyor ve bu bana tam 1 yıla mal oldu.

Ben umursamıyorum... Mesela yazmıyorum, arıyorsun. Arıyorsun ve sözlerine inandığımı düşünüyorsun. Belki de doğru ?

Tamam ben de başkalarıyla konuşuyorum. Birbirimiz için fark yaratırken, çevremiz için aynılaşıyoruz.

Özel bir şey var, kabul ediyorum ama ben senin kahramanın olmayı kabul etmiyorum !


Kalbim ve ruhum büyük bir tezatlık içerisinde yeniden, bilekleri kesilmiş bir beden gibi sıkışmış bir halde. İstemsizce acı çekerken titremeye başlıyor. İçimden hiç gitmeyecek o acı yeniden zihnime oturdu.

Ne çiçeklerin açtığı, ne de güneşin tepede parladığı günleri görmek istiyorum. Karanlığın içinde kaybolmuşum ve çıkmamak için yeniden elimden geleni yapıyorum. Gelecekten uzanan ellerin de hepsi yalan, çıkar ve sadece seks. Freud yanlış olduğu kadar bazı insanlar için fazlasıyla doğru bir adam.

Kalbimin sessiz çığlığı yükselirken gecenin karanlığında, ellerim soğuk terler içinde üşümeye de devam ediyor. Ya bu kaybolmuşluğa kendim attım kendimi, ya da sevgisine inandığım insanlar tarafından itildim. Gerçi ilkinin doğru olduğunu savunacak olanlar olsa da, insan tek başına kendini karanlığa asla gömmez bunu gözden kaçırıyorlar.

Bende isterdim ruhumu öldürmüş olanların ismini kasetlere, canlı olan sesimle kaydedip hayattan vazgeçebilmeyi. Sadece vazgeçmenin kolay bir yol olduğuna karar verdiğimden, zor yolu seçip kaybettiğim neşemin peşine düşüyorum. İyileştiğini düşündüğüm ruhumun yeniden incinmesine neden olanın kim, ne ya da hangi zaman dilim olduğuna da bir kesinlik getirebilmiş değilim.

Beş para etmez ruhlarla çevrilmiş dünya da, kimsenin ne düşündüğünün de bir önemi kalmadı. Maskelerini kaldırdığın ruhların altından ne boklar çıkıyor, kendimiz de dahil olmak üzere, insanı delirtir cinsten.

Bom boş bir duvarsa hayat, çatlaklarıyla ve üzerindeki kalan anılarla devam etmeye çabalıyor insan. Acı da mutluluk da bir döngü bu hayatta, kuşların göçü gibi soğuktan sıcağa.

Önümde içi boş bir silah, elimde kalemim ve yarım kalan hayallerim. Kim derdi ki "kıvırcık" ruhunun karanlığına teslim olacak. Zıplaya zıplaya yürürken yay gibi hoplayan saçlarının ardında sakladığın neşe nerede?

"Bende bir aşk var onu yanlış kalbe bıraktım..."

Şimdi de heyecanla beklediğim yarınların bir an önce bitmesini dilemekten başka şansım yok. Bu sene hayata son bir şans veriyorum, yeniden geri dönebileceğim umuduyla ve beni sonsuzluktan vazgeçirebileği hayaliyle...

Nedeni hiç bir adam değildi, yenildim sadece kendime yenildim ve kalkamayacak kadar yorgun düştüğüm bir döneme girdim yeniden.

Aşk denen ruhsal kelimenin anlamını kaybettim. Dur ama hemen sevinme şuan sevdiğin birisi olduğu için. O da her şey gibi geçip gidecek, çünkü sorun karşımızdakiler de değil kendimizde. Biz kendimizi çözemiyoruz, kendimizi birinde bulmaya çalışmakta büyük bir aptallık oluyor haliyle.

Hayatına giren her yeni insan sana farklı bir heyecan verecek biliyorum. Hepsi belki de birbirinden daha değerli olacak. Benim içinde...

Sadece anlıyorum ki yalnızlıktan korkan ben değilmişim. Sırtımı döndüklerim ve beni hayatından çıkaran kimseler, benim için oldukları yerde kalabilirler. Bir şeyler kanıtlamak zorunda değilim. Hayata tek başıma geldim sonuçta, ben kazandım milyonların içindeki yarışı tek başıma kazandım.

Duyuyorum ki " Sen kaybetmedin!" diyorlar. İyi de kimse kaybetmedi bunu göremiyorlar. Hayatımın yazıldığı senaryoda güzel bir bölümdü ve bitti diyorum artık. "Üzülme!" diyorlar.

Zaten ben de niye üzüldüğümü bilemiyorum, ne değer yüklemiştim ki bu kadar beni yıpratacak. Hayaller kurdururken, nefret besletecek. Kendi kalbimle kendimce güzel sevdiğim insanları kaybetsem de, yenilerini de sevebilirim.

Sonsuz değer ve sevgi beslediğim 1 yılın ardından çıkan her söze karşılık, büyük bir nefret hissizliğe de ulaşacaktır.  Ne okuduğum bölümden ne de insanlardan hoşnut değilim artık ve kim ne söylerse söylesin, bunu bana gösterdikleri içinde hepsine binlerce teşekkür var kalbimde.

Bu sene sanırım Boğaziçini kazanıyorum ama gidemeyeceğim. 2 sene sonraya atıyorum bu hayali ve çalışırken okumanın heyecanını yaşayacağıma inanıyorum. 2 sene sonra Boğaziçi yeniden bekle beni iyi bir edebiyatçı olacağıma inanıyorum...
Uzun yıllar önce yazdığım; saçma, absürt ve 3 yıl boyunca gerçekleşmesini umduğum 300 sayfalık kitabımdan. Çocukluğumda kalan ve ne zaman yolda görsem beni gülümsetmeyi başaran mor tişörtlüye;

Sabah kalktığımda içimde hala aynı burukluğu hissediyordum. Acaba gerçekten bilinçli bir ayrılık mıydı diye düşünüyor ve olanlara anlam getiremiyordum. Ben bunları düşünürken birden telefonun çalmaya başladığını gördüm ve koşarak telefona açtım. Arayan tabi ki Fatma idi beni bu haldeyken nasıl unutabilirdi ki.. Oysa o kadar mutluydu ki Gökhan ile. Birbirlerini ayrılsalar bile asla unutmayacak bir güç ile seviyorlardı. Bu beni o kadar mutlu ediyordu ki içimdeki acıyı unutmama yetiyordu. 
Ben yine düşüncelere dalmışken telefonun öbür ucundan “ Alo Derin orada mısın?“ sesi yankılandı “Evet… Evet, buradayım” diyebildim ve susup Fatmayı dinlemeye başladım. "Bugün nasılsın ?" deyiverdi, oysa ki ben sadece onu dinlemek istemiştim konuşmak istemiyordum "Daha iyi" dedim. Sesimdeki isteksizliği koruyamamıştım bir türlü. "Ama sesin bana yalan söylediğini düşündürdü." dedi hafif bir neşe dalgası ile.“Gerçekten iyiyim aradığın için sağ ol." dedim. “ Seni merak ediyorum Derin tam 2 aydır dışarı çıkmıyorsun. Artık Gökhanlar bile merak etmeye başladılar. Yani sakıncası yoksa bugün sana gelebilir miyim?" dedi gerçekten sesinde derin bir hüzün vardı. “tabi ki çok mutlu olurum" dedim, zaten nasıl kırabilirdim onu en azından bu durumdayken.“Peki Ömer'e biraz yardım edip sana geliyorum o zaman.“ dedi. "Peki" diyerek kapattım telefonu. Aslında en iyi dostumu görmek bana iyi gelebilirdi en azından düşüncelerim ve anılarımla baş başa kalmaktansa yanımda birisinin olması gerçekten güzel olacaktı.


Biraz sonra kapı çaldı ve kapıya giderken neşeli olmaya çabalayacağım diye geçirdim içimden. Kapıyı açtım ve Fatma'nın bana sarılması ile kendime geldim "hoş geldin" dedim. Sesimdeki neşeyi fark etmemiştim."Beni görmek seni çok mutlu etti bakıyorum da" deyiverdi şakacı bir tavırla. Bense sadece kafa sallamıştım yinede gerçekten mutlu olduğumu hissedebiliyordum. “E nasıl gidiyor. Yani…" diyerek susuverdi birden. Benimse gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı bile “ Derin seni üzmek istemedim sadece… “ sözünü yarıda kestim; "Senin hatan değil sadece benim aptallığım" dedim derinden bir iç çekerek. "Bak senin için çok zor biliyorum ama kendini böle soyutlayamazsın hayata, unutma hiç bir şey bitmiş değil" dedi beni sakinleştirmeye çalışarak. “her şey benim… Benim hatam o veda O büyük vedayı ben yaptım asıl onu ben üzdüm… “ bir an sustum ve derin bir nefes alarak devam ettim "Onu asker olarak görmek canımı yakacaktı ya bu onu son görüşüm ise" birden hüngür hüngür ağlamaya başladım ve Fatma'ya sarılıp ağlamaya devam ettim. Fatma ise beni kolları ile sarmalamış sakinleşmemi bekliyordu. "Peki o nasıl? Onu çok özledim" dedim birden beni sakinleştirmeye çalışan kolların arasından.“O’da seni özledi “ dedi ve devam etti "Ayrılık onu da yıktı Derin'den başkası olamazdı. O benim için hep tekti ve öyle kalacak diyor" dedi umut dolu gözlerle.“Benim içinde" dedim."Bir yüzünü yıka da kendine gel lütfen" 
O anda kendimi haykırışları içinde debelenen bir zavallı gibi hissediyordum durmadan ağlayan küçük bir kızdım işte oysa ki hata sadece benimdi. 

Salona geri geldiğimde bana gülen gözlerle bakıyordu beni mutlu etmek için elinden geleni yapıyordu bense mutsuz olmak için her şeyi.
"Bugün seninle dolaşmaya çıkacağız" dedi."Teşekkürler siz gezin bugün pek havamda değilim" dedim aynada kendime bakarken. "Lütfen kırma bizi bak Gökhan’lar bile merak içindeler lütfen bir gün ışığına çık artık geç olmadan"  
"Peki ama sadece kırılmayın diye“ dedim sesimdeki hırçınlık yok olmuştu. "Tamam, sen yeter ki gel bizim ile “ dedi birden yerinden zıplayarak. "Şey …" dedim gerisini sormaya korkuyordum. " evet…" dedi Fatma merak içinde sorumu duymayı istiyordu.“ Şey… Cem gelmeyecek değil mi? “ dedim sesim fısıltı gibi çıkmıştı. O ise biran duraksadı ve "Sanırım hayır" dedi tepkimi kestirmeye çalışırken kollarını açıp bana sarıldı. "Sanırım diyorsan sanırım daha iyi olur" diye fısıldadım kulağına. Onaylarcasına kafasını salladı."Hadi gel sana giyecek güzel şeyler bulalım". 

Dışarı çıktığımızda güneş tenimizi hafif bir esintiyle okşuyordu ve birden dışarı en son çıktığım gün aklıma geldi; Ne kadar da güzeldi kapının önünde Cem beni bekliyordu güneşin altında o güzelim mavi gözleri parlıyordu ve ben sadece gözlerinin derinliği içinde kayboluyordum. 

Zaten yaptığım tek şey de buydu sanırım onun deniz mavisi gözlerindeki derinliklere dalmaktı. Gökhan’ın; "Vay aramızda kimleri görüyoruz" demesi ile kendime geldim. Gökhan her zaman ki Gökhan’dı işte rahat tavırları ile konuşuyordu ve her zaman ki gibi güneşin altında saçları daha da parlak bir sarı oluyordu sanki derken içimden, Sezen’in sesini duydum o  sesi nerde olsam tanırdım “ İşte  buradasın dostum aramızdasın"  
"Evet" dedim gülümsemeye çalışarak. "Gene sakinsin bakıyorum sesin sedan çıkmıyor meraktan öldük Fatmacığım da olmasa bilemeyeceğiz bir msn’den facebook’dan mesaj atar insan olmadı cepten"  Bunu söyleyen Deniz'di her zaman ki neşeli hali ile. "Gerçekten üzgünüm" diyebildim sadece kısık bir sesle. Gerçekten yaptığımdan dolayı üzgündüm Sezen beni böyle görünce "Dert etme Derin önemli değil sadece takılıyoruz biz sana". Herkesi çok özlemiştim sesleri yüzleri hareketleri sohbetleri her şeyi ancak canımı acıtan tek şey bu özlemin içindeki eksik parça işte o parça “CEM“  idi.

Yürürken denizden gelen dalga sesleri içimi aydınlatırcasına anıların içinde kaybolmama neden oluyordu. Gerçekten onu hala seviyordum onsuz yapamayacak kadar savunmasız ve yitik bir durumdaydım. Koluma giren Sezen’i görünce düşüncelerden sıyrılıp gerçek hayata geri döndüm artık gerçekten bu durumdan sıkılmıştım çünkü düşüncelere dalarak çevremdekileri rahatsız ediyordum."Düşüncelerinle dolanırken düşeceksin diye korkuyorum" dedi hafif bir gülümseme ile bu söze karşılık veremedim yinede gülümsemeye çalıştım. O an önümüzde Fatma ile Gökhan’ın ne kadar mutlu olduklarını gördüm el ele tutuşmuş konuşuyorlardı. Deniz ise Gökhan’ı sinirlendirmek için Fatma’nın boştaki koluna girmiş kahkahalarla gülüyordu. Sezen’in ise elimden tutup beni kayalıklara doğru çektiğini fark ettim, yavaşça kayalardan birinin üzerine oturdu ve beni de yavaşça yanına çekti. "Onu mu düşünüyorsun?"dedi birden, ben ise gözüme denizde oluşan dalgalara dikmiş onu düşünmemek için çaba harcıyordum “Evet…”  dedim sessiz bir şekilde "O da seni.." dedi gözleri parlıyordu. "Onu üzmek istemezdim yani onu gerçekten hala seviyorum beni anlıyor musun Sezen?" diyiverdim bilinçsizce ve birden ağlamaya başladım. Sezen ise kolunu omzuma sardı ve devam etti "Evet biliyorum bunu o da biliyor" dedi. Gerçekten konuşacak gücüm yoktu ama o anda büyük bir güçlükle "Gerçekten tam bir aptalım yani durmadan ağlıyorum her an düşüncelere dalıyorum. Çevreme rahatsızlık vermek değil de nedir bu söyler misin?" dedim daha da kötü olmuştum. Sezen ise halinden mutlu gibiydi ne de olsa artık hayata dönmüş bir hastaydım."Bizi rahatsız etmek mi?" dedi küçük bir kahkaha atarak ve devam etti "Rahatsız etmek değil de endişelendirmek diyelim" dedi. Ben ise birden "Başlangıçlar" dedim 
"Efendim" demek ile yetindi. "Başlangıçlar sizinle olanlar" dedim birden mutlu olmuştum. Sezen de başını sallayarak gülümsedi ve eve doğru yol almaya başladık.


Bu hüzünler ve ayrılıklar olmasaydı, sanat iki dudağın arasına nasıl yerleşirdi bilemiyorum.

Sigaranın dumanı ardında sislenen odanın içinde hasretle yanan kalpler ve yarım kalmış hayaller, nasıl kelimelere dökülürdü. İnsan bu insan, her zaman en çok değer verdiklerini kaybetmek zorundaymış gibi yaşar sadece. Aynı insan, binlerce maske takar yüzüne ve zamanı gelince nefret ettiğini dile getirdiği insanları bile yeniden seviyormuş gibi yapar. Sonra mağlubiyeti eline verir zamanında değer verdiğine inandırdıklarının.

Yarım kalan saniyelerle, akmayı bırakır zaman. Şişenin içindeki su bile bitmek istemez, vücuda karışmaktan çekinir. Ve dediğin gibi; insanların çirkin yüzüyle karşılaşır küçük kız. İnanmak istemediği yüzleriyle... 

Nefret etmeyi öğrenir sevdiklerinden. Nefret ettikçe de burkulan ruhu biraz daha büyür...
"Tamam bekliyorum, geldik mi? Gözlerimi şimdi açmalı mıyım?"

Boğaza karşı açan tonla çiçek ağaların sırtında, derisi solmuş gökyüzü. Islanmak üzere olan bir şehir. Yalandan mutluluk yaşayan bir kız. Üstü kapalı bir evlilik teklifi. Olup biten her şeye hazırlıklı bir ruh.

"Şimdi sarhoş muyuz, yoksa tenini beynime kodlamaya zorlayan bir sen mi görüyorum."

"Bir sen kadar ben var karşında, dağılmış bir hayat. Olsun zaman derler ya arkadaşın bir üstü sevgilinin bir altı."

"Dur, bu dizi reklam yapıyor. Dinle."

"Bir kaç eksik var ama, sen beni dinle asıl. Belki evlenirsek istediğin yeri seçersin, taşınırız ve o zaman hayat düzene girer. Ben sanırım seni seviyorum.."

"Sevdiğin için sadece teşekkür edebiliyorum. Güldüğüme bakma neden sevdiğini anlamaya çalışıyorum. İnanmak isterdim."

"Tepeden denize bakıyoruz. Gökyüzü dumanlı, kucağında yaralı bir kedi ve kahven. Beni sakinleştiriyorsun ve bir kaç ilham."

Bazen körü körüne inanmayı seçer kalp, ve bazen inanmamak için mantıktan geleni yapar.

"Sigara içmek için can atıyorum ve bir bardak çay, susadım."

"Eyvallah abi, çaylar önden."

Anı yaşamak güzeldi ve an her zaman güzeldi, ne geçmiş ne gelecek hepsi çok uzakta kaldı.

"Artık acı için yazma, bu çok tehlikeli. Boşver dergileri. Saçını atsana fotoğrafını çekiyorum."

"Sabah sabah yeter, ver ben çekeceğim."

Gülün ucundan sarkan, yüzler sizde gülün bu sefer. Ne geçmiş anlara üzül ne de gelecek günlerin heyecanına kapıl.

Bir kase puding ve niğde gazozu gül ulan !


"Ölüm Allah'ın emri de, ah bir de şu ayrılık olmasaydı."

Papatyaların açtığı baharı hep sevmek istemiştim. Karşılıksız, içten belki de dümdüz. Şimdi ise o papatyaların içinde hapsolmuş ruhumun aynasını kırdım.

Sırtımda bir kambur, nefes alamıyorum. Ne şarkılar ne de güzel şiirler ruhu, senin işlediğin gibi işlemiyor. Ben de anıları izliyorum usulca uzaktan ve seni izliyorum hala yıllar geçecek olsa da.

İçime kaçmış olan neşemi özlüyorum, eteklerim zil çalarken koştuğum zamanları. Biliyorum çok yanlış belki de ama tüm benliğimi sende unuttuğum için gelip alamıyorum. Şayet ellerim uzansa da sen istemiyorsun...

Hikayemiz, hissettiklerimden çok senin hissetmediklerine geçiyor. He bir de kaybolan kimliklerimiz değil bu noktada, kaybolan sevgimiz oluyor. Dalından koparılmış bir çiçek gibi susuz ve yalnız. Kısacık ömürlü ancak solmadığı zamanlardaki kadar da güzel kokan. Aman zaten sen hep kurabiye kokardın bense heyecanla gülümserdim diyorum evrene.

Sonra metronun merdivenlerini hep iki iki atlardım, kollarında olabilmek için. Bir zamanlar hayaldin, gerçek oldun ve bitti. Diyorum ki bazen, keşke hep hayal kalsaydın bu baharda olduğu gibi işte o zaman seni sonsuza dek saklardım derinlerimde. Ne sen bilirdin solan çiçeklerin çektiği acıları, ne de ben soldurduğum ruhunun gerçeğini.

Geçenlerde bir gün yine kesildi nefesim sonsuzluk gibi, seni ararken. Hoca sordu "Neden ?"

"İyiyim, dinlensem geçer hocam" dedim.

"Neden bu halin ?" dedi tekrardan.

"Öyle işte hocam öyle.." dedim.

"Biliyorum, zor." dedi laboratuvardan çıkarken. Acı bir gülümseme "Zorluklar atlatılmak içindir hocam, lütfen. Bari siz anlamayın beni." dedim. Gitti...

İnsanları, sevdiği kurtarır dediler. Ben sevdiğim adamı mahvetmişim, kaybetmişim çok önceleri.

Güzel geçen bir senenin ertesini çöpte bulmuşum, ne okul, ne sevdiğim kara bir defter olmuş ve ben eriyorum. Sensizlik içinde, yaşaya yaşaya sonsuzluğa yükseliyorum...

Bugün Kordon da hep birlikte güzel ve hızlı bir kahvaltı ettik. Ben gidiyorum artık dedim, kimse inanmadı. Bileti gösterdim, dönüp alakadar bile olmadılar.

1 saat sonra;

"Lütfen sende nefes nefes kaldığını söyle" diye haykırdılar kalan son güçleriyle. Oysa ki daha yokuşun başına varamamıştık bile.

"Keşke her gün bir Cuma gecesi olsun" diye hayaller kurmaya başladık. Ertesi günün yükünü düşünmeden deliler gibi dans ediyorduk ve sarhoş olamamanın acısıyla kıvranıyorduk. 7 kişinin önünden 37 tane bira 14 tane shot geçmişti bile.

Bir şeyler yine yolunda gitmiyordu ve işin acı yanı 7'de 3'ümüz buna çoktan alışmıştı bile. Uzun aradan sonra, o gece dans ediyor olmamız bile büyük bir şoktu bizim için.

Tango bizim neyimize Kadın !

Uyumadan kalktığımız sabahın gecesi iyice kopmaya başlamıştı. Yeşile alerjim yoktu ancak, alerjik bir trip yarattığı kesindi. Yine bir şekilde hayata beleşe konmuş gibiydim. Düşüncelerimde boğulmaya başlamışken, maskelemeye çalıştığım acı duygusu beni bitiriyordu.

"Geri dönsün diye, şunu şunu araştırdım gençler" dedi koltukta ölü gibi bakarken. Durup düşündüm;

"Tek bir şey diyeceğim, zaten bitmiş bir şey ve sen onu neden geri istiyorsun. İstesen de olmayacak. Zamanını bizimle buralardan gitmeye harca sadece." dedim.

Israrla devam ederken "Aşık olduğum kızın geçen sene nikahına gittim ve hiç bir şey hissetmedim, sende hissetmeyeceksin korkma!" diye kahkaha atmaya başladı.

Şuan ne hissettiğimi bile bilmiyordu ki.

Başka bedenler, cesetten bile daha soğuktu benim için. Ne ruhlarına dokunuyordum, ne de tenlerine. Zaten ne gerek vardı döngünün içinde kapılıp yeniden aynı korkulara düşmeye.

"Abisinin ruh kardeşi, yakarım herkesi. Sadece benim içinde senin içinde bir parça eksik hikayenin sonunu, kendimize uyduramıyoruz."

Öğüt vermesi kolaydı, içinden savaşarak çıkması ise tam bir olay.

Battaniyenin ucundan sarkan kolumu dürttü;

"Sınava sağlam kafayla gitmeyelim" dedi. "Hayır, bırak ben uyuyacağım..." dedim ve arkamı döndüm.

Metroda insanlar çılgın dansımızı izlerken. "Senden kalan son dalı da ben içtim" diye itiraf ettim. Heyecanla bir beşlik çaktı, sersemlemiş gibiydi.

"Uzatmayacağım, mektup çağını geçmişken neden almanca mektup yazmaya çabalıyoruz. Bitsin artık, dayanamıyorum..."

Sınıftaki bir çocuğun hamile olduğuna kanaat getirdik.

"Was tut ıhnen weh? Haben Sie schmerzen oder Fieber?"

"Was sollist du machen"

"Scheisse Deutsch."
İnsanlara inancımı kaybetmeye başladığım şu saatlerde, sevdiğim yalnızlık ve sessizlik hissinden deli gibi de korkmaya başladım. Günlerdir, yaşadığım derin sessizlik hafta sonu son bulacak olsa da bu kez bundan nefret ettiğimi anladım. Geçmişe bir kez daha büyük bir özlem duydum..

Kimse dolduramadı içimdeki sensizlik hissini, dolduğunu düşünüp yeniden pozitif olmaya başladığım 1 aylık süreç bile geride kalmaya başladı. Yeniden düşmekten çok korkuyorum, tökezledim ancak yürümeye devam ediyorum bir şekilde. Bir bardak şarap ve sonu gelmeyen şarkı listeleriyle sürüklenip gidiyorum. 5 gündür kimseyi görmedim daha, kıçımı kaldırıp çıkmıyorum bile evden. Aileme yansıtmak istemeden yaşıyorum içimdeki duygu karmaşasını. Benimle birlikte yıkılan insanları kaldırmaya başlamışken, yeniden bir çukurun içine sürüklemek istemiyorum.

Biri için heyecanlanmaktan çok korkuyorum, tökezledim ve vazgeçtim...

Mesela bugün inancım yeniden kırıldı. Karşılık beklemeden heyecanlandığım insan tarafından büyük bir yenilgiye uğratıldım.

Güzel sözlerin hepsinin yalan olduğunu düşünerek ilerlemeye devam ediyorum bu yolda. Yüzüne de söylediğim ve hiç bir şey olmadığımızı bildiğim halde neden hayatıma sokmaya çalıştığımı bile bilmezken buluyorum kendimi.

Ne kırmak ne kırılmak istemiyorum. Ancak iyi gelirken bana aynı zamanda uzaklaştırmak için uğraşıyorum. Zihnimi delice zorluyorum olmaması gerektiğine dair. Her iki sözden biri geçmişi açmama neden olurken, geleceğin hayalini nasıl kurabileceğimizi sorguluyorum.

Sonra diyorum ki iki farklı hayat, biri var işte ve diğeri ise olduğunca sıradan ve içsel bulantılarla dolu. Elimden geldiğince derinleştirmemeye çabalıyorum. Zaten derinleştirebilecek kadar da değer veremiyorum kimseye, sana olduğu kadar.

Sanattan uzaklaşmaya başladığım içinde acılar içinde kıvranmaya başladığımı söyleyebilirim.

Bu gece yine içler acısı bir şekilde kalbimi zorluyorum. Acıyı yeniden hissetmemek için fotoğraflarla güzel anıları içselleştiriyorum. Kaçtığım günlerin, efkarını hissederek yoluma devam ediyorum. İyi ki diyorum ve gerçekten sevgiyle anıyorum...
Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bir konuydu. Küçük bedenlerin rol model aldığı büyüklerine karşı besledikleri karşılıksız ve sonsuz sevgi.

Bir umut, yol gösterici çoğu zaman hayat kurtarıcı insanlar. Aslında öğrendim ki rol model olabilmek için çok tanınmak veya emeklerini sürekli göz önünde hayata geçiren insanlardan olmak gerekmiyor. Evrilmenin bile en başına döndüğümüz de yeni doğan bebeğin gözlerinde, annesi ile babasının karakter paylaşımını gölgeler halinde izleyebiliriz. Belki bir abla yahut ağabey, ne fark eder...

Önemli olan tek şeyin insan olabilmekten, sözcükler ve mimiklerle kendini ifade edebilmekten geçtiğidir. Büyük olaylardan küçük beklentiler içine girerek anı yaşayabilmek. Karşılıklı değer biçmek hayata ve arkadaş, sevgili, dost bir şekilde ayrı yollarda da olsa kesişme noktalarında mutluluğu yakalayabilmek.

İçlerimizi dolduran boşluğun, altını çizerek söylüyorum boşluğun, bizleri yanlış insanlara ve olaylara itmesini önlemek. İnsan sarrafı olmaktan da bahsetmiyorum aslında gerekte olduğunu zannetmiyorum. İnsanın en başta ne olursa olsun kendini bilmesi gerektiğine inanıyorum. Kendisini tanıması gerektiğine...

Kendini bilen bir insanın yanlışlar karşında alacağı tavırda ona ya büyük bir ders olacaktır ya da sonsuz güzellikte geniş kapılar açacaktır.

Karşılıksız sevilmenin ve sevmenin. Bir kez gördüğünüz ama gözlerinin derinliklerine indiğinizde gördüğünüz güzelliklerden kaçmamanız gerektiğini biliyorum artık.

Yeni insanlarla tanışmaktan korkmamak mesela. Yeni hikayelerin sonunu saniyeler içinde kazımamak ruhun kıvrımlarına. Hayata lanet edilse bile iyi kötü herkesi, her olayı büyük bir hayranlıkla izlemek sevmek.

Şimdi camı açıyorum, rüzgar eserken saçlarımın ardında bıraktığı hissi seviyorum. Kuşların kanat çırpışlarının yarattığı paradoksa hayranlığımı gizleyemiyorum. Bir kelebeğin hayatının bile bizde yarattığı düzensizliği görmemezlikten gelemiyorum. Artık daha derin ama düzenli duygular. Sevgiler uç değil daha yaşanası, dostluklar uzak değil daha çok ele avuca sığan tarzda. Yağmur damlalarının tenimi ıslattığı geceleri seviyorum sokaklarda. Nefes alabiliyorum, ne kadar zorluk olsa da baş edilmesi gereken şimdi de gelecekte de iyi bir rol model olabilmek için çabalamaya devam ediyorum.

Bizler hala insanız ve duygularımızı sonuna kadar yaşayıp, her engeli aşmayı bir şekilde başarabiliriz.

Derin bir nefes daha ve şimdi açıyorum gözlerimi güneş batmak üzere, kuşlar ağaçlara tünemeye başladı bile. Çocuklar sokaklardan toplarının alıp evlerine koşuyor. Her biri büyük insan olacak yakında, her biri en güzelini hak ediyor bu dünya da, neden önlerini kapatalım ki şimdiden.

Betonları yakın yıkın sonsuz maviliklere, geçmişe şükredin öğrettikleri için ve geleceğe sevgiler dolusu kucak açın. Şimdi bahara tüm bedeninizle ruhunuzu akıtın. Toprak dünya ve içinde bulunan tüm insanlar sizin bir parçanız. Heyecandan, bekleyişlerden, öfkelerden, acılardan ve ölümlerden kaçmayın.

Çıldırmakla çıldırmamak arası, kıskanacak hallere düşüp kalkmak ötesi. Derin desen bir derinliği olmayan. İçinde tatlı yüzünde ekşi bir tat bırakan. Neredeyse 2 buçuk senedir hissedilmeyen...

Taktik yok, bam bam bam...

Hayır bir saniye öhöm;

Güzel bir bekleyiş, uyuyamamak mesela. Sonra geçmek bilmeyen zaman ve ayarında bazı şeyler. Sigaranı yakamadan attığın sokakta ilerlerken, tek bir günü anımsamak tek bir sahneyi yaşamak. Kahve tadında kendine getiren, bira tadında kendinden geçiren.

İŞTE BU !

Dünyevilikten uzak, maddiyatçı toplumun içinden sıyrılmışlık misal. Dakikalarca edebiyat, belki sahte ama kulağa hoş gelen iltifatlar. Uçsuz bir güvensizlik içinde derin bir umut beslemek.

Hepsinden önemlisi anı yaşamak, gelecek gelecekse tadını çıkarmadan gitmemek. Yaşarken ölümü tatmışken tüm ruhunda, kısa günün saatlik heyecanını yaşamak..

"İsyan olmuş deprem olmuş 

Yuvam, sevenim, annem dilsiz sırdaş, melek olmuş, sağır 
Mahrum her sözüm çığlık, feryat, figan olmuş 
Gül canım kızım, siyah halinden sorumlu var..."

Eve döndüğümden beri kapılar sanki yokmuşum gibi üzerime kitlenmeye başladı. Anahtarı bulana kadar evden çıkamayacak kadar zaman harcıyorum...

Bir hafta süren mutluluğumun ardına sinsice gizlenen anksiyetem bu sabah kendini büyük bir yoksunluk kriziyle ele verdi. Zaten geçirdiğim insomnia beni yeterince yormuyormuş gibi. Birde iyi mi acaba diye insanlara deli gibi sorduğum dakikalar uçup gidiyor hayatımdan. 

Göz yaşlarıma şahit olan yastığım bile artık benden nefret ederken, buzdolabının acı tıkırtısı eşliğinde sabahın 7sinden 8e kadar karşısında oturup döktüğüm tonlarca yaş. 

Yine nefes alamadığımı hissediyorum, kayboldum bugün. Işığa doğru koştukça karanlığın içinde sürüklenip duruyorum. Masamda tonlarca ilaç, bazen hepsini aynı anda içip gerçekten ışığı yakalamak istiyorum. 

Aylar sonra bugünlerden birinde terk edildim, ne saate bakabiliyorum ne de geçen günlerin ismine. 1 yılı devirmeye az kala çaresizlikten ölmenin yanı sıra, duruşumu takdir edenlerin gölgesinden de kaçamıyorum. Benim için büyük travma devam ediyor ya sende havalar nasıl bugünlerde. Eminim ki mutsuzluğunun içinde çok mutlusun. Adı "bir ben" olan büyük bir dert yok başında ve ne kadar hayat seni yorsa da mutlusun. Öyle de olmaya devam et. 

Benim için uyku denen bir güzellik yok hala, deli gibi canımı yakmaya devam ediyorsun farkında olmadan. Daha önce birini hiç bu kadar üzmüş müydün? 
Neyse sana kızmıyorum zaten, en azından parçalanışımı karşıma geçip izlemiyorsun. Uzak durmakta da haklısın sonuçta hayatını yoluna koyman gerekli. Bu yüzden kızmıyorum sana. 

Peki, birinin hiç benim kadar ihtiyacı oldu mu sana? Tamam haklısın, yardım etmek zorunda değilsin sonuçta ben, senin için yoldan geçen herhangi bir insanım artık...

Söylemiştin yaralanacaksın, daha çok üzüleceksin bu hayatta diye. Sadece bu yarayı senden beklemediğim için affet. Ve tabi sende açtığım yaralar yüzünden beni terk edişini affet. 

Her güzel şey bir gün biter, zaten kim ister ki bitmesini ancak biter işte canın sağ olsun. 

Bir "Adamlar" konseri yok ki gidelim, iki kafa dağıtalım. 

"Abi kafanda kurbağa var Abi kafanda kurup kurup Vuruyosun oğa buğa Yaşlı bi kurbağa var Bin yaşında var Başında sis var kurbağanın Altında sen var Sen bi salondasın, sanıyosun ki okyanustasın ama işte Salondasın, yanında ismet var İsmetler gider ismetler kalır Sen başarırsın ismet sevinir Gerisi eski püskü boktan sandıklarda çürür Sen düşersin ismet kaldırır..."
"Rafadan Salçalı grubuma ithafen artık 5 kişiyiz, gönül isterdi ki 6 olsun. Durup dururken grubun neşesi olurken bir anda dertlerimle boğmayayım diye..."

Rapor teslimi için çılgınca hocaların peşinden azimle koşturduğum günün sonunda, topladım bizimkileri çaya bize. Birde gözleme patlattım hepsine en özelinden, vur patlasın çal oynasın. Makara kıyamet, akıl oyunları, şakalar takılmaca. Sonra birden durdu zaman güneş parlaklığını kaybetmeye başladı. Demlikler boşaldıkça içimde büyük huzursuzluk, yeniden geceye yalnız bir giriş...

Sevdicekleri yanında hepsinin, mutluluklarına ortak olurken büyük bir kalp ağrısı ve hüzün. Birtanelerim asla beni yalnız hissettirmezler ancak, boşluğu bir türlü dolmuyor işte. Neşemin yanında, büyük bir boşluk geçmiyor yüz üstüne çıkıveriyor bir anda ben bile farkına varamıyorum...

-Cansın kardeşim niye düştün bu kadar ?
-Düşmedim, noldu ki?
-Sessizleştin, nerede mahmut abi?

Taktım sigarayı dudağıma;

-Burada mahmut abi gitmez siz korkmayın...

İçimden başladım anlatmaya 

"Sene 2014 o zamanlar mutluyuz tabi..."

Ne astım denen illet var ciğerlerimi söken, ne canımı canımdan söken kalp ağrım. Bir bardak çay daha doldu önümde. 

Sahi neydi yarısına kadar sıcak su, biraz soğuk su ve süt tozu 2-3 şeker ile içerdin kahveyi. Kahve içmeyi de bıraktım, limonlu çaylarda gitti benden...

Bu hafta yüzüme taktığım mutlu maskeyi kalbime takamadım yine. Atölyede tartışacağımız kitabın kapağını bile açamadım daha neler?
İlker de sordu "Neden artık yanıma gelmiyorsun?"

Neden bir çok şey varken bir çok şeyi yine yapamıyorum... 

Neden Mart ayı bu kadar hızlı geldi ve ben seni yine göremiyorum. Şimdi sen iyileşince ben okula gelmeyi yeniden bırakacağım. Herkesle şen şakrak eğlenirken okulda, yine bırakacağım. Görmek istemiyorum seni ondan sanırım. Nefret etmek istiyorum, içim soğusun gideyim senden diyorum. Zaman beni içine hapsediyor. Alıştım diyorum, adını duyunca alevleniyorum. 

"Nereye kadar daha kaçacaksın?" diyorlar. Kaçabildiğim kadar...

Alışamıyorum, anı patlamalarım azalsa da gelince dalgası boğulmadan çıkamıyorum. Kilo da verdim oysa yine de  güvenemiyorum. 

Bir rapor için günlerimi verirken gözyaşları ardında, dergi için nasıl yazı yetiştireceğimi bilmiyorum. Sığınacak liman da bulamıyorum kendimden başka, kayboldukça kayboluyorum bu zamanlarda.

Kafamı seninle dağıtıyorum, seninle topluyorum. Ne zaman bitecek bu işkence diye sürükleniyorum yokluğunun pençesinde.

Alev alev yanıyorum, hala görmemezlikten gelmeye devam ediyorsun...
Bu aralara iç huzurumu sağlayabilmek için resimler karalamaya başladım. Tabi ki her zaman olduğu gibi yetenek olduğunu düşünmüyorum..




-Jean-Paul Sartre-


Yazılarımı dergilere göndermekten, az kaldı pes etmek üzereyim. Ve bu aralar krizlerimi çok yoğun yaşadığım için, arkadaşlarıma sığınıyorum. Sığınırken, kaybediyorum bazen ama bekleyin beni yeniden döneceğim diyorum. Her sabah laboratuvar olduğu için erken vakitlerde uyanıyorum, zaten pek uyuduğum da söylenemez..

Sakinleştiricilere düşmek istemiyorum yeniden, antidepresanlar...

Neden düzelemiyorum, nasıl bir ayrılıkmış bu diyorum kendi kendime. Her gün ruhumda yeni bir acı keşfetmeye devam ediyorum. Yağmurların bazen seni bana geri getirmesini umarak koyuyorum kafamı yastığa ancak hüsranla uyanıyorum.

Şiirlere tutuldum bugünlerde, Erol ile vapura bindik geçenlerde mesela. Şiirler okuduk martı sesleri ve hafif esintiler eşliğinde.

Ve hala büyük bir boşluk yokluğun, başka insanlarla gülüyor olman canımı yakıyor. Mutlu olmana sevindiğim kadar, seninle yeniden gülemediğim için üzülüyorum. Aşktan yana, senden yana bir beklentim kalmadı zaten, sadece kısa kısa umutlar içimde olmayacağını bildiğim ancak beni ayakta tutan.

Bir sürü defter aldım, bir sürü yazı, hikaye, çizim hepsi sen.. Tek bildiğim eski sen oldukları artık. Vazgeçemediğim..

Sezen ablaya takıldım bir de yeni albümünden bir kaç parça beni benden aldı..

Acıyı seninle tanıdım, sensiz yeneceğim olsun. Bir daha kimseyi böyle sevemem ama yeniden terk edileceğimi de biliyorum. İlişkiler bana göre değil, kendimi odama kapatıp saatlerce sanat, edebiyat duvarlar boyu yazı seansları. Tek istediğim bir an önce bitsin şu okul ve kazanabildiğim şeylerle, insanlara güzel şeyler katayım başka bir şey değil derdim.

Kısa bir şiir ile;

"En güzel kelimelerden
cümlelerden kurdum
sayfalar dolusu yazılar yazdım
sana dair!
ama
Yetmedi yetmedin yetiremedim!

Hani nasıl desem?
uzun bir aşk öyküsü anlatımı tadında
kısa bir şiirdin sen,
bitmedi..."

Karşılıksız da olsa hala onu çok sevdiğimi biliyorum. Çevremde bana değer veren kim varsa "Sevilmediğin halde, neden kendine bu işkenceyi çektiriyorsun hala" sorusunu kendimi dinleyerek buldum;


"Sevgi" evrensel bir kelime olmakla beraber fazlasıyla öznel de bir kavram. Ben aylardır kendimi dinleyerek gerçeğe ulaştığımı biliyorum. Çok acı çektiğimi ve sonuçlarına da katlanmak zorunda olduğumun gayet tabi farkındayım. Ancak kendimi bulduğum insanı, birincisi unutmak kalbime büyük bir haksızlık olacaktır. Çektiğim tüm sıkıntıların boşa gideceği korkusu da değil bu kalbe yapılan haksızlık. Çokça sevdiğim bir abimin de bana zamanında dediği gibi "Herkes sevilir birileri tarafından önemli olan gerçekten sevmeyi bilmektir. En büyük armağandır sevmek birini." Bende bu felsefeden yola çıkarak, kalbimi tamamen açtım kendime. Farkına vardığım şeyse;

Akademik başarım bu dönem çok yüksek olmadığı halde geçtiğim her dersin sevincini yarım yaşadım başta. Anlatacak ve sevincimi paylaşacak insan artık yanımda değildi sonuçta. Yarım kalan yanımı, hayal gücümle tamamlamaya karar verdim bu şekilde. Çoğu kez rüyalarımda paylaştım sevincimi, sonra durup dururken kendi kendime konuşurken buldum kendimi. Önemli olan da buydu zaten, ben onu çok seviyordum ve onun beni sevmesinin hiç bir önemi yoktu o anda.

Sonuç olarak çok acıdır ki sevdiğin insanın tenine uzak kalmak hele ki görsel hafızası canavar gibi çalışan bizlere ve dokunamamak yorar kalbi, hissedememek. Ancak öyle bir ruhu var ki güzel adamın; uzaktan sevmek bile çok özel, güzel. Acısa da kanasa da hepsi içimde çok derinde. İyi ki zamanında beni benden daha çok sevdi ve bana beni verdi. Gün gelir belki baharın en güzel gününde boş bir bankta yeniden kesişir yollarımız, ve o zamana kadar yaşadığı her şeyi saatlerce dinleyebilmek kalır bana da.