Ploumanach

, , 4 comments



Vagonun penceresinden dışarı baktı. Yıldızlı gecenin karanlığı kendini lacivertle sunmayı tercih etmişti. Elinde kalın bir kitap, sayfaları sararmış ve sırtı yıllardır elden ele dolaştığına tanık olacak kadar yıpranmıştı.

Ölümü çağıran bir sessizlik vardı. Gittiği yer, olmak istediği yer miydi? Emin olamıyordu. Sonunun orada yazılacağını bile bile katlanıyordu bu yolculuğa.

Sessizlikte canı fazlasıyla sıkılmıştı ve yanında oturan kadın en derin uykusunda belki de en güzel rüyalarının tam ortasındaydı. Uyuduğunu gördüğü ilk andan beri özenerek izliyordu rüyalarını kadının.

"Yüzün küçücük kalmış, teninin rengi bembeyaz"  demişti babası sabah yola çıkmadan hemen önce.

Oysa ki her zaman olduğundan daha çok yemek yiyordu. İhtiyacı olan tek şey gitmekti, önce şehirden sonra da insanların zihinlerinden. Birer birer silmek istiyordu var olan benliğini kirli sokaklardan.

Derin horultusuna uyanan kadına aldırış etmeden koltuğundan kalktı, tuvaletin olduğu vagona ilerleyebilmek için.

"Önce anıları silmelisin, arkada kalanları daha fazla düşünme" dedi aynada kendisine bakarken. Kırık lavabonun dibinden akan suların yolunu peçetelerle kapattı. Ellerini buz gibi akan suyun altına soktu ve yüzüne çarptı hepsini.

"Artık baş başayız, başka kimse yok. Kendine gel!"

Boş bıraktığı koltuğuna dönerken birbirine sarılmış uyuyan çifte takıldı gözleri, umursamamaya çalıştı. Yoksa anıları peşini asla bırakmayacaktı. Sararmış yaprakların arasında duran kartviziti çıkardı. Uykusunu getirmeyeceğini bilse de en baştan okumaya başladı kitabını. Bir saat sonra gözleri ağırlaşmaya başlayınca olduğu yerde çantasını kucağına alarak uyumaya çalıştı.

"Hanımefendi geldik!" diyerek sarsıldı. "Aaa uyuyakalmışım, hazırlanıyorum çok teşekkür ederim" dedi kadına. Başının üstünde asılı duran montunu sırtına geçirdi, çantasını kontrol etti ve trenden indi.

Güneş bulutların arkasından selamlıyordu onu. Hava fazlasıyla soğuktu, derin bir nefes aldı. Denizin ağırlaşmış olan tuzunu ciğerlerinden hissedebiliyordu. Çantasını karıştırdı, çizdiği rotada ilerlemek zorundaydı. Bu kaçışın bir kayboluş olmasını istemiyordu. Midesinin tüm bedenini sarsarcasına guruldadığını hissetti.

"Önce seni memnun etmeliyim değil mi ? Aklım sen yerinde dur, sıra sana da gelecek" diyerek kahvaltı edebileceği bir yerler aramaya başladı.

Terminalden çıkınca, bir dakika boyunca karşısında bulunan manzarasının tadını çıkarttı. Burası güneyde bulunan küçük bir sahil kasabasıydı, sadece 16 bin kadar insan yaşıyordu. Yolculuğa çıkmadan önce Plou ile ilgili her türlü bilgiyi okumuştu. Sonunu çağıran yerin bu kadar güzel olması içini ürpertmişti. Sahile doğru inen kıvrımlı yolun kenarında ancak 5 ya da 6 tane kocaman bahçeleri olan iki katlı evler bulunuyordu. Merkezin sahile yürüme mesafesinde olduğunu biliyordu. Sırtındaki kocaman çanta ile yürümeli miydi emin olamıyordu. Etrafta yemek yiyebileceği hiç bir yer gözükmüyordu. Kışın ortasında, dalgalar kayalıklara en sert ifadeleriyle yumruk atarken yine de destansılığından uzaklaşamıyordu.

Etrafta inen 2-3 yolcudan başka kimse yoktu. Hem kasabaya hem de insanlara çok yabancıydı. El mahkum yürümekten başka çaresi kalmamıştı. Çantasının kemerini beline taktı, montunu sıkıcı kapattı ve yoldan aşağıya yavaş adımlarla yürümeye koyuldu. Yağmur çoktan çiselemeye başlamıştı, şapkasının iplerini sıkılaştırdı. Yürürken manzaranın tadını çıkarabildiğine şükrediyordu. Kafasında ne varsa tek bir hamlede sildi o anda.

"Şimdi hayatımın son anlarını, bembeyaz bir sayfaya çizmeye hazırım" dedi. Yolun yarısını bitirmişti bile...



4 yorum: