
Tütünlerimin durduğu çekmeceyi açtım önce, sarabildiğim en kalın sigarayı sardım. Geçenlerde Kadıköy sokaklarında yürürken, yerde bulduğum sarı çakmağı çıkardım montumun cebinden. Yaktım ucu düşen kağıdı tek hamlede. Yıllardır özlemini çektiğim adamın kokusunu içine çeker gibi çektim tüm zehri içime, nitekim sahici bir zehirdi bu.
Boğaza uzanan evlerin ardından kalmış penceremin camını araladım ve çıkıntısına sığdırdım tüm bedenimi. Gözlerimi kapadım, zaten yapayalnızdım bu şehirde daha fazla karanlık neden?
Çıkıntıya zar zor sığan bedenim kendini ileri attı bir seferde, kanatlarım açıldı sırtımdan ve saçlarım dalgalanmaya başladı İstanbul'un silueti karşısında. Her şeyin başlangıcıydı bu, heyecandan göğsüm sıkışmaya başlamıştı. Gerçek olamayacak kadar güzel bir hisse kapılmış giderken, tüm hüzünlerim boş sayfalarca hecelere bölündü yüreğimde. Akıp gidiyordu işte bedenimden.

Rüzgar ile penceresinden tüllerin uçuştuğu eve yöneldi kanatlarım. Sırt üstü düştüm 40 yıllık parkenin üzerine. Yatakta sırt üstü, boylu boyunca uzanmış kıvır kıvır kızıl saçları yerleri süpüren kıza baktım. Kapanmış gözlerinden akan yaşları sildim. Karşısında ters duran koltuğa bıraktım bedenimi kalan son nefesimle ve kendimi izledim.
Alarmın beni öfkeyle uyandırmasına "Zaman hayallerimizde yakamızı bırak bari" diyerek kalktım yataktan.
Oysa zaman ilerlerken sesini duymadığımızı zannetse bile tıngırtısına uyandığımız her günün bir borcu vardı nihayetinde...
0 yorum:
Yorum Gönder